‘Aile algısı tartışılmalı ve erkeklere anlatılmalı' 2020-11-05 09:01:07 DİYARBAKIR - Jineloji Dergisi Yayın Kurulu üyesi Rojda Yıldız, kadının sıkıştırıldığı alanlardan biri olan “aile” yapısının tartışılması ve demokratikleştirilmesi gerektiğini belirterek, “Toplumsal cinsiyetçiliğin bir rejim olduğu erkeklere anlatılmalı" dedi.  Hayatlarına dair karar almak isteyen kadınlara yönelik şiddet ve cinayetlerin tavan yaptığı Türkiye’de, sadece Ekim ayında 21 kadın cinayeti yaşandı. 8 kadın şüpheli bir şekilde yaşamını yitirdi. “Namus” ve “gelenek” gibi gerekçeler öne sürülerek kadınlar katledilirken, anneliğin kutsallığı üzerinden “aile” kavramı içine sıkıştırılan kadın profilleri oluşturulmak isteniyor. Jineloji Dergisi Yayın Kurulu üyesi Rojda Yıldız, kadın cinayetlerine gerekçe yapılan “namus” ve “aile” kavramlarına ilişkin sorularımızı yanıtladı.    Kadınlar belirli kavramlar içine sıkıştırılarak etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Bunlardan biri de “aile” kavramı. Öncelikle aile nedir? Nasıl oluştu, doğu ve batı toplumlarında nasıl tanımlanıyor?   Aile kavramını, çok eski bir ‘beraber yaşama formu’ olarak nitelendirebiliriz. Hatta insanların toplu yaşamaya başladığı ilk çağlardan beri oluşturdukları ilk örgütleme formu da diyebiliriz. Asya, Afrika ve Ortadoğu gibi doğu toplumlarında, kültürel bağa dayalı bir aile formu görüyoruz. Toplumsal yaşayışın ilk olarak Mezopotamya topraklarında başlıyor olması, burada insanların ilk olarak aile formunu geliştiriyor. Daha fazla komünal değerlere dayalı, biraz daha kolektif bir aile formu görüyoruz.   İngilizce ‘familya’ olarak adlandırılan aile kelimesi, Latince ‘erkeğe hizmet eden kölelerin oluşturduğu insanlara verilen bir isim’ ve köle yaşayış biçimini niteleyen bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. Batıda ‘familya’ dediğimiz kölelik sistemi olarak adlandırılan yapı, bireycilik ideolojisinin orada başlamasıyla birlikte çekirdek ailelere evrilirken, doğuda henüz o modernizmin çok fazla etkili olmadığı toplumlarda, kültüre, kolektif değere bağlı olarak gelişen bir beraber yaşayış formu olarak devam ediyor.    Tarihsel sürece baktığımızda, ürünlerin eşit ortak paylaşımı üzerinden oluşan aile üretmeye ve paylaşmaya dayalıyken, nasıl kadının nefes alamadığı tehlikeli bir alana dönüştü?    Anne-kadın hâkimiyetinden bir baba-adam hâkimiyetine geçilmeye başlanması, aile formunun değişmesindeki temel neden olarak ortaya çıkıyor.   Doğal toplumda kolektif paylaşım dediğimiz şey sadece kültüre veya duygusal bağa bağlı değil, ürünün paylaşımına, yenecek yemeğin, keşfedilecek doğanın paylaşımına dayalı bir mesele olduğunu görüyoruz. Aile dediğimiz form ilk toplumlarda daha fazla annelik kimliği üzerinden şekillenerek kuruluyor. Annenin ve evdeki büyükannenin o çocukları yetiştirme, çocuklar üzerinde söz kurma hakkı olduğunu görüyoruz. Bu formun kendisi zamanla değişmeye başlıyor. İnanç siteminin değişmesi, düşünce sisteminin değişmesi, kadının pozisyonunu değiştirmeye başlıyor ve kadının çocuk üzerindeki hakkı ve evlilik ilişkisi dediğimiz ilişkideki hakkını da değiştirip dönüştürmeye başlıyor. Duygusal olarak kurulan bağın bir süre sonra kan bağı üzerinden ve özel mülkiyet üzerinden tanımlanmaya başladığını görüyoruz. Zamanla annenin ailesine ait figürlerin silikleşmesine ve baba figürünün biraz daha ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu durumun nedeni ise, erkeğin toplumsal yapı içerisinde öne çıkmaya başlaması, kadının geri plana düşmeye başlamasıyla ilgilidir.    Artık, kadının düşürülmesi dediğimiz olay ortaya çıkıyor. Kadının elindeki kolektif değerlerin, inançsal gücünün alınması, toplumun ona atfettiği değerlerin yavaş yavaş artık düşürülmeye başlaması ile birlikte, bir anne-kadın hakimiyetinden bir baba-adam hakimiyetine geçilmeye başlanıyor. Bu da aile formunun değişmesindeki temel neden olarak ortaya çıkıyor.    Kadınların hâkim oldukları toplumlarda özel mülkiyetin ve ilişkilerin çıkar ve iktidar ilişkileri etrafında değil de paylaşım etrafında döndüğünü görüyoruz. Bir sonraki aşamalarda baba figürünün daha belirgin olmaya başlamasıyla birlikte değişiyor. Çocuğun anlamı, cinsel ilişkinin anlamı, duygusal ilişkinin anlamı, evin anlamı değişiyor. Ev, kadının olduğu toplumlarda daha çok ihtiyaçların karşılanması üzerine kurulu bir yapıyken, iktidar alanının küçük bir minyatürü olarak yavaş yavaş inşa edilmeye başlıyor. Yatak odaları inşa edilmeye başlanıyor. Evin mimarileri bile değişmeye başlıyor. Eskiden mutfaklar evin ortasında, herkesin ulaşacağı bir yerdeyken, evin ayrı bir bölümü mutfak olarak inşa edilmeye başlıyor. Toprakla ilişki olan kadın, oradan koparılıp bir odaya sıkıştırılmaya başlıyor. Oysa, yemek yapmak ya da ev içi sorunları yerine getirmek ne kadar kolektif bir meydanda gerçekleşirse, insanlar arasında bir emek bölüşümü ortaya çıkıyor. Günümüze baktığımızda o kültürü yaşatmak adına Diyarbakır’da çamaşırhaneler, tandır evleri açılmıştı. Emek boyutunu kolektifleşmesi demek, mutfaktaki işlerin bölüşülmesi manasına geliyor. Kadın ve erkeğin rolü değiştikçe ailenin rolü ve misyonun da daha fazla değişmeye başlıyor.   Geçmişten günümüze erkeklik, din, devlet ve vatandaşlık ile özdeşleştirilirken, kadınlar neden sadece ev ve aile ile özdeşleştirildi? Bu yaklaşımın tarihsel sürecini biraz açabilir misiniz?    Milliyetçilikten sosyalizme ve kapitalizme kadar ortaya çıkan her yeni düşünce biçiminin ilk el attığı konulardan biri aile oluyor.    Milliyetçilikten sosyalizme, kapitalizme kadar ortaya çıkan her yeni düşünce biçiminin ilk el attığı konulardan biri aile oluyor. Ailenin nasıl dizayn edilmesi gerektiği, nasıl yeni bir forma büründürülmesi gerektiği üzerinden pratikler sergileniyor. Çünkü büyük bir sistem kurulmak isteniyorsa, önce o büyük sistemin prototip bir işleyişini evlerde insanlara göstermeniz gerekiyor. Bir tarihsel akış içinde şu anki aile formunun şekillendiğini görüyoruz.    Tek tanrılı dinlerin aile ve kadına yönelik bir sistematiği oldu sonrasında sanayi devrimin ortaya çıkması, feodalizmin ortaya çıkması ve en son ulus-devlet aile formunun ortaya çıkmasıyla beraber bir değişimin olduğunu görüyoruz. Her iktidarın yapmaya çalıştığı şey kendisine bir taraf belirlemek, oraya bir güç yığmak. Belirlediği iktidarın gücünü test edeceği ve boşaltabileceği başka bir taraf belirlemek, bu sistem ezen ve ezilen taraf olarak belirlenir. İktidarlaşmış bütün inançlar bilim ve düşünce sistemleri için en kullanışlı form, bu erkeğe bir iktidar biçmek ve bu iktidarını önce kadın üzerinde test ettirmek.   Biliyoruz ki kadınların hâkim olduğu bir toplumda doğal olarak iktidar ve hiyerarşi yıkılıyor. Erkek iktidarından gönüllü olarak vazgeçmiyor. Bu gün bulunduğumuz coğrafyada da kadının kendi pozisyonunu güçlendirmesi demek, ailesini değiştirmek demektir. Bu da doğal olarak sistemin değişiyor olması anlamına gelir.    Aile kavramının nasıl değişime uğradığı ortadayken, ‘demokratik aile’ modeli karşımıza çıkıyor. Demokratik aile modelinde kadın nerede duruyor?    Bizler kavramların yeniden keşfi değil, ancak anlamların değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Toplumlar uzun yıllar, kendi deneyimleriyle ortaya bir yaşayış formu koydu. Bu yaşayış formu hiçbir zaman kaybolmadı. Tahrip oldu, bozuldu, iktidarlar burayı yok etmeye çalıştı ama kendisini hep devam ettirdi. İnsanlar beraber yaşamaya, beraber üretmeye, birlikte kolektif olarak bir yaşam kurmaya hep meyilliydiler hep bunun içerisinde kendilerini var ettiler. Bizim de uzun yıllar üzerinde tartışma yürüttüğümüz konulardan biri de ‘iktidar ilişkisi değişebilir mi?’ üzerinden yürüyor.    Anne, baba, çocuk ve evdeki diğer bireylerin hizmetçi, köle, iktidar ilişkisi olmadan bu rollerin kendisi ‘demokratik bir hale bürünebilir mi’ tartışması ile başladık. İktidarın kendi için bir araç olarak kullandığı aile demokratikleşir mi? En zor demokratikleşecek alanlardan birinin aile olduğunu biliyoruz. Demokratikleşmeyi, iş ilişkileriniz de, sosyal yaşamınızda toplumsal yaşamınızda oturtabiliyorsunuz ama aile yaşamınızda bir şekilde ne kadar demokrat, yurtsever, devrimci, sosyalist olursa olsun, erkeklerin evlere döndükleri zaman eski rollerine büründüklerini görüyoruz. Değişimin önüne engel olan temel meselelerden birinin bu olduğunu düşünüyoruz.    Sistem, bizim düşündüğümüzden çok daha fazla aileyi şekillendiriyor. Bakın TOKİ dediğimiz evlerin kendisi bile ailenin nasıl yaşaması gerektiğini anlatıyor. ‘Demokratik aile modeli’ dediğimiz şey o ev içerisinde yaşanan her şeyin ortak ve komünal yapılması ile ortaya çıkacaktır.   Ailenin demokratikleşme meselesi bizim kadın, erkek ve çocuk kimliğine nasıl baktığımızla alakalıdır. Biz bunları içselleştiremediğimiz için bunları gerçekten yaşamın kendisine yediremediğimiz için demokrasi kavramının içini dolduramıyoruz. Sistem, bizim düşündüğümüzden çok daha fazla aileyi şekillendiriyor. Bakın TOKİ dediğimiz evlerin kendisi bile ailenin nasıl yaşaması gerektiğini anlatıyor. Yatak odaları evlerin hep en arka uçlarında olur. Orası mahrem bir alan olarak kodlanır. Orayla ilgili konuşulmaz ama bir yerden baktığımız zaman kadınların birçoğu yatak odalarında şiddet görüyor. O alanı, mimari olarak dahi o kadar uzak tutmuşlar ki ne olursa olsun işin içerisinde bir şiddet varsa dahi bunu konuşmamanız gerektiği size anlatılmak isteniyor.    Okul yaşamı yine aynı şekilde o çocuklara öğretilen kitaplarda okul metinleri yemeği yapanın sürekli anne olarak resmedilmesi, arabayı kullananın sürekli baba olarak resmedilmesi hala ısrarla bir özel alan ve kamusal alan ayrımı yapılıyor. Kadın ne yaparsa yapsın o yatak odası ve mutfak arasındaki üçgende sıkıştırılmaya çalışılıyor. Birisi bedeninin ve iradesinin sömürüldüğü oda, birisi emeğinin sömürüldüğü bir oda, ikisi içerisinde sıkışmış durumda ve ikisinin içerisinde çıktığı her adımda da şiddetle, tacizle, tecavüzle bir şekilde bastırılmaya ve yok edilmeye çalışılıyor. Mesela mutfağı ne kadar demokratikleştirebiliyoruz. Burada sadece bulaşık yıkamak, sofradan tabağı almak değil. Erkeğin gelip mutfakta iki domates doğraması da değil, bunun sorumluluğunu hissetmek bunu içselleştirmek ve gerçekten o evin çekip çevrilmesine o emeğin ortaya çıkmasına dair kendini oraya ait hissetmek. Eve ait olan kadın, dışarıya ait olan erkek zihniyetinden çıkmak gerekiyor.   Demokrasi dediğimiz, kadını bir irade olarak görmek, kadının yaşayışını, emeğinin, kadının kültürünün bir irade olarak ortaya çıkması demektir. Sorunun çözümü, kadının, çocuğun evde bir irade olarak görülmeye başlamasıyla olur. Demokratik aile modeli dediğimiz şeyde o ev içerisinde yaşanan her şeyin ortak ve komünal yapılması ile ortaya çıkacaktır.    ’Namus’ iddiasıyla kadınlar katledilmeye devam ediyor. Öncelikle ‘namus’ nedir? Erkek, ‘namus’ kavramı üzerinden hangi bilinçle kadını katlediyor?    ‘Namus’ (nomos) kavramından türemiş Latince kural-kaide anlamına gelir. Eski Roma’dan beri bu şekilde kullanılan bir kavramken, bunun cinsellik ve kadınla bağdaştırılması biraz da iktidarlaşmanın ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Çünkü ‘namus’ tek tanrılı inançların, bilimin, kapitalizmin ortaya çıkmasıyla şekil değiştiriyor. Her çıkan düşünce biçimi önce kadına kural-kaide getiriyor. Bu kavramın iktidarla buluşması ile birlikte kural ve kaide kadınlara yüklenmeye başlıyor. ‘Namus’ dediğimiz kavram, kadınların kuralsızlıkları, kaidesizlikleri, kadınların toplumsal yaşayışını bozdukları düşüncesi üzerinden şekilleniyor. ‘Namus’ kavramının kadınlarla ilgili olmadığını, ‘namus’un aslında toplumsal bir ahlakı yansıtıyor olduğunu anlatabilmek gerek. Aksi halde her güne bir kadın cinayeti ile uyanmaya devam edeceğiz.    Namus’ kavramını öne sürerek cinayet işleyen erkeklerin birlik olup kadını katlettiğine şahit oluyoruz. Diyarbakır’da eski erkek arkadaşının azmettirmesi sonucu kardeşi tarafından katledilen Melek Aslan cinayeti buna bir örnek. Melek Aslan ve buna benzer kadın cinayetlerini nasıl görmek gerekiyor?    Melek Aslan cinayeti bu konuda gerçekten en can yakıcı örneklerden biri.  En yakınındaki iki erkeğin bir araya gelmesi sonucu katledildi. Kadınların örgütsüz bırakılmasının tarihi kadar, erkeklerin de örgütlendirildiği bir tarihi yaşıyoruz.    Melek Aslan cinayetinde çok net bir şekilde şunu görmek gerekiyor; ‘namus’ ve ‘aile’ kavramı bir kadını öldürdü. Toplumun algıladığı haliyle ‘aile’ kavramının ne kadar çabuk değişmesi gerektiği bir kez daha karşımıza çıktı. Bu cinayette çarpıcı olan, erkeğe bir şey yapma ihtiyacı hissetmiyorlar. Melek’in ilişkisi olduğu erkeğe bir yaptırım uygulama, şikâyetçi olma, onun üzerinden bir diyaloğa girme gibi bir girişim yok. Tersine örgütlü ve planlı bir şekilde Melek ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Baktığımızda mağdur olan Melek, zaten eski erkek arkadaşı tarafından yaşamı daraltılmış. Ancak, aile için bunun bir önemi yok. Demokratikleşme dediğimiz şey burada devreye giriyor. O erkek size şiddet mi uyguladı, aileniz için bunun bir manası yok, aileniz için o erkeğin onlara gönderdiği fotoğrafın bir manası var. Çünkü sizi bir varlık olarak kabul etmiyor.    Maalesef ki hala aile yapılarında kadınlar bir varlık ya da o evin üyesi ve bireyi olarak kabul edilmiyor. Literatürde kadınlar ulusun sembolüdür diye geçer, bu devletin içerisinde en küçük aile olarak da o evdeki kadınlar da o ailenin sembolüdür. Size bir irade olarak, kimlik olarak bakılmıyor, size o evin nasıl bir ev olduğunu yansıtmanız gereken bireyler olarak bakılıyor. Çok örgütlü bir erkek kötülük hali var. Feodal değerlerin hala ayakta tutulmaya çalıştığı toplumlarda, erkeklerin gözünü karatan bir şey var, oda o kadının ‘namus’ kimliğini hala taşıyor olması.    Bu anlamda hem Melek'in erkek kardeşi ve ailesi, bunu azmettiren erkekle ortaklaşa iş yaptılar ve ortaklaşıp Melek'i öldürdüler. Çünkü o fotoğrafları gönderen erkek Melek'in öldürüleceğini biliyordu. Melek’in yaşadığı toplumu tanıyor. Melek’e her türlü şiddeti uyguluyor, ancak kardeşi aracılığıyla onu bir de katlediyor. Melek Aslan ve İpek Er’in yaşadıklarına baktığımızda sistemin en rahat aile yapısı ile oynayabildiğini görüyoruz. En rahat aileyi kandırıyor, en rahat aile ile kadınları tehdit edebiliyorlar.  Mesela İpek mektubunda şöyle bir şey söylemişti; ‘anlatsam da kimse bana inanmaz.’ Musa Orhan’ın yaptığı büyük bir kötülük hali, bilinçli saldırı hali var. Aile ilişkilerinin sağlam olduğu, aile ilişkilerinin demokratikleştiği ve kadının bir irade olarak benimsendiği bir ortamda İpek ailesinden güç olarak hayatta kalabilirdi.    Peki, her sabaha yeni bir kadın cinayeti haberi ile uyanmamak için, kadının bir irade olarak görülmesi için kadınlara ve kadın kurumlarına nasıl bir görev düşüyor?    Kadınlar toplum içindeki yerlerini kendi inşa edecek. Toplumsal cinsiyetçiliğin bir rejim olduğu erkeklere anlatılmalı. Aksi halde asla söz hakkı verilmeyecektir.   Bu çok uzun ve meşakkatli bir yol. Hemen çözebileceğimiz, bir defa da yapabileceğimiz bir şey değil. Aile içerisindeki o ilişki ağını yıkmak çok güç. Peki, bu mümkün olmayan bir şey mi? değil tabi. Toplumsal cinsiyetçiliğin bir rejim olduğu erkeklere anlatılmalı. Erkek ‘kadın bizi değiştirsin, dönüştürsün’ diye bekliyor. Sorunun kaynağı erkekler, öncelikle kendilerini sorgulamaları gerekiyor. Kadınlar, yaşanan sorunları çözmek adına çok fazla tartışma yürütüyor. Peki, en son iki erkek ne zaman erkeklikleri hakkında konuştu. Burada sorunu çözecek esas güç, örgütlülük gücüdür. Yani insanların beraber hareket etmediği, insanların beraber yaşamlarını değiştirmeye çalışmadığı bir noktada maalesef ki bu şiddet vakaları çok fazla devem edecek.    Her birimizin bu konuyu dert etmesi aile içerisindeki rollerimizi sorgulaması, demokratik ilişki dediğimiz kadını bir varlık olarak, irade olarak tanımak konusunda ne kadar samimi olduğumuzu bir kes daha sorgulamak gerekiyor. Kadınlar toplum içindeki yerlerini kendi inşa edecek. Aksi halde erkekler asla koltuklardan inmeyeceklerdir. Asla size söz hakkı vermeyecek. O nedenle, kadınların daha fazla bilinçli, örgütlü, kadın kimliği bilinciyle bu meseleye sarılması ve değişim dönüşüm noktasında daha öncü bir rol oynamaları gerekiyor.   MA / Arjin Dilek Öncel - Fahrettin Kılıç