Öndül: DGM’lerde ‘kanunilik’ vardı, bugün belirsizlik 2020-10-07 11:12:52 ANKARA - Sıkıyönetim ve DGM dönemleri için “Bazı açılardan kanunilik vardı” diyen 40 yıllık hukukçu ve insan hakları savunucusu Hüsnü Öndül, “Şimdi ise belirsizlik var. Bu belirsizlik keyfiliği sınırsızlaştırıyor” dedi. Öndül, siyasal iktidarların hakikatten korktuğunun altını çizdi. İnsan hak ihlalleri, hızından bir şey kaybetmiyor; azalmıyor, tam aksine daha da artıyor. Hatta bazı uygulamalarıyla geçmişe rahmet okutuyor. Günümüz, tüm zamanların ihlallerini aratmıyor. İhlaller, köpekli işkenceden helikopterden atmalara vardırıldı. İşkenceyi, ihlalleri belgeleyen gazeteciler hedefe konularak, baskı altına alınıyor. Hiçbir sonuç vermeyen, sorunu ağırlaştırmaktan öteye hiçbir etkisi olmayan siyasilere operasyonlardan hala medet umuluyor. Yargı tamamen iktidarın ağzından çıkana bakıyor; hukuk ayaklar altında sürünüyor. Ülkenin ihlal tablosu ise karanlık. Son veri olarak İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun “Ağustos 2020 Hak İhlali Raporu”na göre, 275 kişinin yaşam hakkı ihlal edildi, 5'i çocuk 208 kişi ise işkence ve kötü muameleye maruz kaldı.    Türkiye’nin bu “ihlal” halini, 40 yıllık hukukçu, insan hakları alanının önde gelen isimlerinden Hüsnü Öndül ile konuştuk. İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) bağlı İnsan Hakları Akademisi Başkanı Öndül’e göre, mesleğe başladığı 80’li yıllar ile günümüz Türkiye’sinin “işkence yönetimi” arasında bir fark yok.    Türkiye’de işkence ve kötü muamele uygulamalarında bir artış var. Van’ın Çatak ilçesinde iki yurttaşın helikopterden atılması, Diyarbakır’da köpekli işkence vakaları gibi. Yeniden 1980-1990’lı yıllara mı döndük?          Öz itibariyle değerlendirecek olursak aslında değişiklik yok. O zaman da karşımızda işkenceci bir yönetim vardı, bugün de böyle bir yönetim var. 12 Eylül 1980 darbe dönemi, 1990’lı yıllar keyfilik ve işkencenin sistematik olarak uygulandığı yıllara tekabül ediyor. Avrupa Birliği (AB) süreciyle birlikte hem gözaltı süresi 24 saate indirildi hem avukat görüşmesine imkan sağlandı. AB uyum reformlarının sağlandığı 2000-2004 ve 2005 yıllarını kapsayan reformlar döneminde yani Kopenhag Siyasi Kriterleri’ne uyum döneminde neredeyse gözaltında kaybetmeler sonlandırıldı. 2000-2004 yılları arasında İnsan Hakları Derneği’nin kayıtlarına baktığımızda bunun tekil hadiseler haline geldiğini ve o dönemle ilgili kayıp hadiseye rastlanmadığını gözlemliyoruz. Yaygın bir biçimde de yeterli olmasa da işkencenin sistematik olmaktan çıkarılması için adımlar atıldığını gözlemliyoruz.      İşkencenin sistematik olması, kasıtlı, yaygın yapılması ve cezalandırılmaması demek. Bunun sadece belirli dönemlerde değil daimi olarak yapıldığı anlamına gelir. Şimdi bu açıdan baktığımızda 1980-1990’lı yıllara döndüğümüzü görüyoruz. Hem gözaltında kayıp vakalarına rastlıyoruz, 1990’lı yıllarda olduğu gibi helikopterden atılma bunun tipik örneğiydi.         Van’ın Çatak ilçesinde yaşanan helikopterden atılmasına karşın valilik “kayalıklardan düşüldüğü” yönünde açıklama yaptı. Ancak hastane raporları, tanıklar, mağdurların anlatımları gerçeği ortaya çıkardı. Nasıl bir süreç içindeyiz?   Şırnak’ın Kuşkonar ve Koçağlu köyleri 26 Mart 1994’te bombalandığında o zamanki güvenlik bürokrasi ya da istihbarat bürokrasisi dönemin başbakanı Tansu Çiller’e “PKK’nin helikopterleri bombaladı” dedirtmişti. Rahmetli Diyarbakır Barosu Başkanı Tarih Elçi’nin uğraşları sonucunda AHİM karar verdi. Elçi, 2013 yılında Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün bir raporunu elde ederek o tarihte Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) bağlı uçakların iki köyde bombalama yaptığını, o tarihte uçuk gerçekleştirdiğini saptadı ve AİHM de bu doğrultuda karar verdi. Dolayısıyla geçmişe döndük. Kısmi geçici dönem için işkence uygulamalarında bir hafifleme görüyorduk o dönem ortadan kalktı. Dolayısıyla bugünkü pratiği 1980-1990’lı yıllarda da zaten gerçekleştirilmiş pratiklerle birleştirmek gerekiyor. Kısa bir dönem AB sürecinde nefes alır gibi olduk şimdi 80-90’lardaki boğucu baskılar devam ediyor. Bunun başka alanlarla da birleştirmek gerekir.   Bahsettiğiniz AB uyum reform ara döneminde işkence ve kötü muamele uygulayanlara yönelik herhangi bir cezai işlem uygulanmaması bugün benzer politikaların devam etmesine mi neden oldu?         Tabi ki. Ben İnsan Hakları Derneği’nin o dönem genel başkanıydım. Bu nedenle de Türkiye’nin hükümet temsilcileriyle, bakanlarıyla ve AB temsilcileriyle çok sık görüşmüş birisiyim. O döneme dair birçok rapor hazırladık, Kopenhag Kriterleri doğrultusunda her ne kadar da eleştirsek de Türkiye’de 4 ayrı yasada 40’tan fazla maddede ölüm cezası öngörülüyordu. Ölüm cezası Türkiye yasalarından o dönemde ortadan kalktı. AB adaylık sürecinde olumlu adımlar atıldı. Çünkü o dönemde yarım yamalak da olsa Türkiye’yi yöneten bürokratik kadrolarda AB standartlarını benimseme eğilimi gözlemlenmiştir. Bunun ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu şu yaşadığımız dönemde gözlemliyoruz. Yani tekrar idam tartışmaları, tekrar ifade özgürlüğüyle ilgili tartışmalar…     Helikopterden atılma bir insanı yargısız infaz demektir, bunu gerçekleştiren kamu görevlilerin cezalandırılması gerekir, fakat bu haber nedeniyle gazeteciler cezalandırılıyor. Tıpkı MİT TIR’ları davasındaki gazetecilerin cezalandırılması gibi. Siyasal iktidarlar hakikatten korkar.    Bugün bakıldığında işkenceyi ya da hak ihlalini ortaya çıkaran gazetecilere yönelik gözaltı ve tutuklama tehdidi var. Ajansımız muhabirlerinin de yer aldığı 4 gazeteci gözaltına alındı…   Bir örnek daha verelim… Şebnem Korur Fincancı, Cizre’deki binaların bombalanması ve yüzlerce insanın katledilmesi döneminde bir bebeğe ya da bir çocuğa ilişkin bir kemik bulmuştu. Barış bildirisinde yargılandığı dava dosyasına o kemikle ilgili demeçteki beyanları da aleyhine konulmuştu. Yani kamu görevlileri için onların aleyhine suç delili olacak bir şey daha doğrusu gerçeğin delilini ortaya çıkarmak kişilerin aleyhine kullanılıyor. Bu olay da böyle. Yani helikopterden atılma bir insanı yargısız infaz demektir, bunu gerçekleştiren kamu görevlilerin cezalandırılması gerekir fakat bu haber nedeniyle gazeteciler cezalandırılıyor. Tıpkı MİT TIR’ları davasındaki gazetecilerin cezalandırılması gibi. Bu nedenle hakikat önemlidir. Hakikatin ne olduğu önemlidir. Siyasal iktidarlar hakikatten korkar.    İfade özgürlüğü konusundaki ihlallerin de her geçen gün arttığını insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlardan okuyoruz. Bizzat yaşıyoruz…. Bu konuda kitaplar ve raporlar hazırlayan biri olarak Türkiye’yi hangi noktada görüyorsunuz?   Çok kötü bir dönem yaşıyoruz. İnsan hakları savunucuları tarafında da sık sık gündeme getiriliyor. Sosyal medya paylaşımları nedeniyle ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret etme’ gerekçesiyle açılan soruşturma sayısı 36 bin civarında. Sosyal medya paylaşımları nedeniyle Türkiye’nin birçok yerinde insanlar gözaltına alınıyor, haklarında soruşturmalara açılıyor. Yüz civarında da gazeteci içeride. Türkiye hem AİHM kararlarına uymuyor. AİHM’in nadiren verdiği 18’inci madde ihlaline -ki Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş örneğinde gördük- uyulmuyor. Yani ifade özgürlüğüyle ilgili kişiyi alır gibi gözüküyorsunuz, mevzuatta uygulamada böyle zannediliyor ama halbuki başka bir amaç nedeniyle kişiyi susturmak, siyasal mücadelesin engellemek amacıyla hakkında soruşturma açıyorsunuz. AİHM 18’inci madde ihlali ‘suçlu olduğu için değil kişinin kendisi çalışmalarıyla sizin siyasal amaçlarınızı önleyebilecek, etkileyebilecek kişi olduğu için içeride tutuyorsunuz’ anlamına gelir. Dolayısıyla AİHM Büyük Daire böyle karar verdi. Buna rağmen yeni soruşturmalar açarak uygulamalarına hukukilik kazandırmak istiyorlar. Aynı şekilde son dönemde HDP’li siyasetçiler hakkında açılan soruşturma da benzer türden bir soruşturmadır. Ölümlü bir konuda, insanların öldüğü bir durumda 6 yıl sonra faaliyete geçiyorsunuz ve bu kişiler kendileri şiddet uyguladığı için değil düşüncelerini açıkladığı için suçlama getiriyorsunuz. Dolayısıyla burada yine tipik 18’inci madde ihlali var. Siyasal amaçlı olarak kişiler hakkında soruşturma açıyorsunuz. Sözleşmede yer alan hakları ve özgürlüklerle ilgili olarak bu kişiler ve ceza yasalarındaki diğer hükümleri ihlal ettikleri için değil.     Mesela AKP Sözcüsü Ömer Çelik, geçtiğimiz günlerde ‘PKK’ye terör örgütü dememek örgütü desteklemek anlamına gelir’ demişti. Bu tam faşizmlerde olan bir şey. Faşizm, söyleme mecburiyetidir. Bu çok önemlidir. Sadece ifade özgürlüğünü değil doğrudan doğruya beynimizin içindeki düşünce özgürlüğünü hedefler. Yani “demedin o halde öylesin.” Ahmet Hakan’ın CNN Türk’teki programında Tahir Elçi’ye sorduğu soru da budur. Hiçbir şey demiyorsan bile destekliyorsun anlamına gelir. Şimdi bu düşüncenin hortladığını ve yaygın bir uygulama gördüğünü görüyoruz. Mesela Barış Akademisyenlere PKK’yi kınamadıkları için, bu olup bitenlere hiçbir eleştiri getirmedikleri için, ‘PKK’yi desteklemek amacıyla bu açıklamayı yaptıkları’ suçlaması getirilmiştir. Dolayısıyla insan hakları sorunlarına bütüncül bakmak gerekiyor. Bunların olduğu bir ülkede diğer hak ve özgürlük alanlarında da ihlaller kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.   Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve içerisindeki “terör” tanımının ifade özgürlüğüne yansıması nasıl oluyor?    İçeri atılıyorsunuz… Yazdığınız yazı nedeniyle terör propagandası yapmakla suçlanıyorsunuz. Şuandaki bizim yaptığımız röportaj dahi suçlama konusu yapılabilir. Çünkü TMK’deki birinci maddede terör tanımı çok geniş dolayısıyla şu konuşmayı da teröre destek terörist eylem olarak nitelendirmek bu mevzuata göre mümkün. O nedenle bu yasaların bana göre terörle mücadele kanunu komple ortadan kaldırılması gerekir. Çünkü şiddet eylemlerini cezalandıran Türk Ceza Kanunu’nda zaten maddeler var. Dolayısıyla bunu bir baskı aracı olarak kullanmak terör faaliyeti diyerek kişileri aşağılamak, infaz hukukunda da ayrımcılık yaparak farklı infazlara tabi tutmak, kamusal haklardan yararlanmalarını engellemek yine terörist diyerek, mümkün oluyor.     Bu durum nasıl aşılabilir?   Bunlardan vazgeçilmesi için politik kadroların Türkiye'de siyaset yapan iktidar odaklarının, iktidar olmak isteyen insanların sağ-sol benim için fark etmiyor. İnsan hakları standartlarını savunan bir kişiyim demesi gerekiyor.  Sağ veya sol yüksek bir politik irada taşımaları gerekiyor. Yüksek ve politik bir irade taşımak gerekiyor. Halbuki benim gözlemim öyle olmadığıdır. Örneğin, kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan Cumhuriyet Halk Partisi. CHP'lilere sorduğunuzda “bölücülere” karşıyız. Tamam, “bölücülere” karşı olabilirsiniz, sözleri düşünceleri nedeniyle insanlar içeri atılıyor. Bunu kaldırma doğrultusunda iktidar oldukları 90'lı yıllarda herhangi bir önerileri olmadı. Dolayısıyla şu anda da bu tür vaatlerde ısrarlı ifade özgürlüğü vaatlerinde ısrarlı olmadıklarını görüyoruz.  Sağ ya da sol iktidar olması fark etmiyor, ifade özgürlüğüne “burjuva demokrasisi” denilip, geçilmemelidir. Temel bir insan hakları konusudur. Sağcı, solcu, demokrat insanların insan hakları temel konularında birleşmesi gerekiyor. O bakımdan bu alanda yüksek politik irada olmadan kısmi reformlarla kısmi anayasa ve yasa değişiklikleriyle ilerlemek ve insan hakları ve demokrasi problemini çözmek mümkün değil. Avrupa Birliği sürecinde de bunu gözlemledik. 9 uyum paketi çıkarıldı, 70 ayrı yasa çıkarıldı, 70 ayrı yasada da yüzlerce madde de değişiklik yapıldı. Ama bu sadece kısmen nefes almaya yeter düzenlemelerdi. Yani o düzenlemeler kaldırılmasa bile pratikte başka yasalarla o yasaları ikincil duruma getirdiler.    Bugünkü soruşturmaların, iddianamelerin içeriği ve kararlara bakıldığında birçok hukukçu “DGM’ler bile daha iyiydi” diye tepki gösteriyor. Bu tepki neyi ifade ediyor?   Kötülerin arasında iyiyi seçmek durumunda değiliz. 12 Eylül mahkemelerinde ve 1990’lı yıllardaki DGM’lerde uygulamalarda bazı açılardan kanunilik vardı. Hukukilikten ziyade daha dar bir kanun devleti anlayışı var. Şimdi ise belirsizlik var. Bu belirsizlik keyfiliği sınırsızlaştırıyor.   Ben hem 12 Eylül döneminde Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde savunma görevi yaptım hem de 1984'te Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde savunma yaptım. Kötülerin arasında iyiyi seçmek durumunda değiliz. 12 Eylül mahkemelerinde ve 1990’lı yıllardaki DGM’lerde uygulamalarda bazı açılardan kanunilik vardı. Hukukilikten ziyade daha dar bir kanun devleti anlayışı var. Şimdi ise belirsizlik var. Bu belirsizlik keyfiliği sınırsızlaştırıyor. 80'li, 90'lı yıllarda, hakim ve savcılarda hem keyfilik vardı hem de özgürlükler dar yorumluyorlardı. Cezalandırma doğrultusunda bir bakış açısı vardı. Ama bugün belirsizlik var. Bugün siyasi iktidarın eğilimleri doğrultusunda karar veriliyor. Çok çok örnekleri var bunların. Artık siyasi iktidarın beğenmediği kararları veren hâkim ve savcılar hemen görevden alınıp başka yere tayin ediliyor. Halkın Hukuk Bürosu davasında bunu gördük. Bu dönemi geçmişle mukayese ettiğimizde 141, 142, 146 ve 168'inci maddeler vardı ancak biz hukukçular aşağı yukarı ne söylenirse ne yazılırsa ne yapılırsa neyle karşılaşacağımızı üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyorduk, öngörebiliyorduk. Halbuki bugün ben 40 yıllık avukatım, ne olacağını öngöremiyorum. Hiçbir hukukçunun ilgili ‘şöyle sonuçlanır’ diyebileceğini de zannetmiyorum.  Her zaman problemli olmakla birlikte bu ölçüde bir keyfilik yaşanmıyordu.   Evrensel Gazetesi’ndeki köşenizde, “Eskiden MGK kararlarının etkisini pratikte yaşar ve anlardık. Bilmece gibi bildiriler yayımlanır sonra da olana bitene baktığımızda hükümetlerin MGK’nın adeta sekretaryası gibi çalıştığını anlardık” diyorsunuz. Bugün değişen ne?         Evet, ayda bir Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantıları yapılırdı. Türkiye’deki hemen her konuda MGK kararları doğrultusunda halkın seçtiği hükümetler hareket etmek zorundaydı. MGK kararları bağlayıcıydı. Bunların ne olduğunu biz bilemezdik, sadece uzman kişiler MGK toplantısı sonrasında yapılan açıklamada ne dendiğini, sözcükler altında ne yattığını yorumlarlardı ve o doğrultuda hareket edilirdi. Şimdi MGK yapısı değişti. Yeni sistemde tek kişi Cumhurbaşkanıdır. Aslında Bakanlar Kurulu da yok. Tüm kişiler Cumhurbaşkanlığı tarafından atanıyor ve sekretarya işlevi gören kişilerdir. Adı bakanlık, bakan ama gerçekte bizim anladığımız 2018’deki parlamenter sistemdeki bakanlar değil. Çünkü bu kişiler seçilmiş insanlar değil, atanmış insanlar. Halbuki bir önceki dönemde de bakanların illa seçilmiş insanlar olması gerekmiyordu ancak yüzde 99’u seçilmiş ve siyasi sorumluluğu olan insanlardan oluşurdu. Halbuki bugün Kabine dedikleri tek başına Cumhurbaşkanlığı’nın şahsındadır. O nedenle dünyanın hiçbir yerinde böyle bir sistem yoktur. Bu durum Cumhurbaşkanlığı’nın kendisinden dolayı bir özellik olarak algılanmamalı. Recep Tayyip Erdoğan’ın dışında bir Cumhurbaşkanı olduğunu düşünelim. Bu kişi hukukla bağı olmayan bir kişi oluyor. Öngörülen sistem tek kişi yönetimi çok tehlikelidir. O yüzden devamlı sırat köprüsündeyiz.   Başkanlık ya da yarı başkanlık sistemlerinde hukuk kurumları vardır ve o kurumlar başkanların hukuka aykırı eylem ve işlemlerini soruşturabilirler. Bizim sistemde ise Cumhurbaşkanlığı’nın eylem ve işlemlerini soruşturabilecek bir kurum yok. Bu kurumlar mevcut soruşturma kurumları, savcılık kurumları, yargı kurumları bağımsızlık ve tarafsızlık güvencelerine sahip olmayan kurumlar. Haliyle bu sistemde Türkiye’de hukukun üstünlüğünün yaşam bulması ilkesi mümkün gözükmüyor.   Hukuk ve insan hakları alanındaki kriz sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde de yaşanıyor.    Tek başına Türkiye’ye bakarak, Türkiye’deki siyasal gelişmelere bakarak, değerlendirme yapmak yanlış. Dünya ve Avrupa’da bugün sağ, muhafazakârlar iktidarda sol, sosyal demokratlar iktidarda değil. Dolayısıyla Türkiye’yi dünyadaki gelişmelerden ayrı tutamayız. Türkiye değerlendirmelerini dış dinamiklerle birlikte yapmak gerekir. Türkiye Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler, NATO üyesi bunlar çok önemli faktörler ve bunlarla değerlendirmek gerekir. Dünyada milliyetçilik, sağcılık, muhafazakarlık egemen düşünce, iktidarlar bunlardan ibaret. Türkiye’de 18 yıldır İslami muhafazakâr diye nitelendirilen siyasal iktidar var. Yine bu dünyadaki gelişmelerle birlikte Avrupa Birliği sürecinde 2002’den sonra reformları devam ettirdiler ki, ben beklemiyordum. Ancak görüyoruz ki bunlar yüksek politik irade taşıdıkları için değil, sürece uyum sağlama zorunluluğunu duydukları için gerçekleştirdiler. Şu anda Avrupa’da hiçbir eğilim mevcut iktidarı reformlar yapmaya yönlendiremiyor. Etkileri olmuyor. Halbuki 2002’de iktidar olduklarında etkileyebiliyorlardı. Bugünkü iktidarda etkilemeye açıktı. Bugün ise söylem düzeyinde dahi o etkilenmeye açık değil. Avrupa’da özgürlükler lehine bir eğilim gelişse o etkilenmeye mecbur kalacaklar.    Bahsettiğiniz Avrupa oluşumlarıyla bu yönlü görüşmeleriniz oluyor mu?   BM üyeleri, Avrupa Komiteleri Türkiye’ye geliyor. Bizler görüşüyoruz, anlatıyoruz. Durum bir türlü düzelmiyor. Ortak itirazlar her ne kadar şu anda cılız olsa da var. İnsan hakları konusu tek başına bir ülkenin iç sorunu değildir. Dünyanın hiçbir yerindeki insan hakları sorunu yaşanan ülkenin iç sorunu değildir. Fakat bu sorunların aşılabilmesi için iç dinamik belirleyicidir. Yani elin Avrupalısı gelip, Türkiye’deki insan hakları durumunu düzeltecek değildir. Ama Türkiye elin Avrupalısıyla birlikte ortak olarak, eşit haklara sahip olarak bir metne imza atıyor. AİHS’ye imza atıyor, Türkiye’nin de imzasıyla AİHM kuruluyor, Avrupa Konseyi kuruluyor. Bu aynı zamanda eşit yükümlülükleri getiriyor. İnsan haklarının birincillik ve ikincilik meselesi var. Hak ve özgürlüklerin yeşerdiği veya ihlal edildiği ülkeler birincil derecede sorumludur. Uluslararası kurumlar ikincil sorumludur. Ama bu iç sorun olduğu anlamına gelmiyor. Bize kimse karışamaz, biz istersek vatandaşı döveriz, söveriz, hapse atarız diyemezsiniz. Siz devlet olarak taahhütte bulunuyorsunuz. Buna ahde vefa ilkesi denir. Devletler hukukunda her ülkenin altına imza attığı belgelerin gerektirdiklerini yapacağı kabul edilir. Ben söz veriyorsam yerine getiririm, anlamı taşır. Sözleşmeleri devletlerin yerine getireceği varsayılır. Yerine getirilmediği takdirde yaptırımları vardır. Bugünlerde her ne kadar uygulanmasa da böyle devam etmeyecek. Çünkü gazeteciler her şeye rağmen haber yapıyor, siyasiler eleştirmeye devam ediyor. Gözaltına alınma, hapsedilme pahasına insanlar düşündüklerini söylüyorlar.   MA / Berivan Altan