Erol: ‘Hukuk politik tekeli’nin temelini İmralı oluşturuyor 2020-11-11 09:03:12 ANKARA - Avukat Özgür Faik Erol, İmralı’da görüşme yasağı kararının “derinleştirilmiş bir direnme ve siyasal yaklaşım süreci” olduğunu belirtti. Yasağı “hukukun yönetilmesine” bağlayan Erol, “hukuk politik tekeli”nin temelinde ise İmralı’nın olduğunu ifade etti. “Esas olan tecrit değil, direnmedir. Toplumsal olarak, hepimiz açısından maruz kaldığımız baskı, tahakküm, tecrit, ne tür iktidar uygulaması olursa olsun, bunların tümünün bir direnme ve umudu hedeflediğini asla göz ardı etmeden hareket etmeliyiz.” Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Özgür Faik Erol, bu sözlerle 16 Şubat 1999’da PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesiyle başlayan tecride, nereden ve nasıl bakılması gerektiğini anlatıyor.   Keza tecrit, tarih boyunca bir neden olarak değil, direnmeyi hedefleyen bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) 2009 yılında gönderdiği savunmasına ek olarak hazırladığı “Yol Haritası” gerekçe gösterilerek, Öcalan’a 6 aylık avukat görüşme yasağı verilmesi de İmralı’da sürmekte olan bir direniş pratiğinin karşısında, bir sonuç olarak tecridin derinleştirildiği belirtiliyor.   21 yıldır İmralı’da tecrit sürürken, bu süre boyunca Türkiye’de hukuksal mevzuatta yapılacak her değişiklikte, “acaba İmralı’yı nasıl etkiler” düşüncesi iktidarların aklından çıkmıyor. Erol’un anlatımıyla, öğrencilere getirilen öğrenim affından avukat görüşlerinin kayda alınmasına kadar ya da af süreçlerinde siyasilerin kapsam dışı bırakılması süreçlerinin tamamında, İmralı merkezde duruyor. İmralı’da, Giorgia Agamben’in deyimiyle istisnaların kural haline dönüştüğü bir alan yaratılıyor ve bu tüm Türkiye’yi etkisi altına alıyor.   Avukat Özgür Faik Erol, İmralı’nın kuruluş süreci öncesinde başlayan neo-liberal güvenlik konseptine işaret ederek, bizi Türkiye’yi tanımlamak için bir süredir üzerinde çalıştığı “hukuk politik tekeli” kavramıyla tanıştırıyor ve bunun temelinde İmralı olduğunu savunuyor.   Erol, İmralı sistemi, hukuku, tecridi ve yasaklarıyla ilgili Mezopotamya Ajansı’nın sorularını yanıtladı.   İmralı’da uygulanan tecrit, yalnızca "hak ve hukuk" kapsamında açıklanabilir mi?      İmralı’da 21 yıl boyunca ortaya çıkan pratikte bazen hukukun arkasından dolanarak, üzerinden geçerek, görmezden gelerek ya da yeni tip hukuklar yaratarak, kurallar geliştiren bir yapı var.   İmralı’daki tecrit sistemini, Sayın Öcalan’ın 16 Şubat 1999’da İmralı’ya konulduğu günden başlatıyoruz. Yaklaşık 21 yılı bulan bir sistem olması itibariyle kuşkusuz hukuki ve haklarla ilgili yönleri olan bir durum. Ama 21 yıl içerisinde ortaya çıkan sistem pratiğinde, kendisini artık İmralı’da alabildiğine geliştirilmiş, genişletmiş, giderek topluma doğru yaygınlaştırmış bir yönetim pratiği olarak ortaya çıkıyor. İmralı’da 21 yıl boyunca ortaya çıkan pratikte bazen hukukun arkasından dolanarak, üzerinden geçerek, görmezden gelerek ya da yeni tip hukuklar yaratarak, kurallar geliştiren bir yapı var. İmralı için yeni tip hukuk yaratılıyor. Bu kurallar yönetenlere şöyle bir fikir verdi: Bir cezaevinde bir mekân mevcut, hukuk kurallarını yok sayarak, üzerinden geçerek ya da arkasından dolanarak, uygulanan bir rejim geliştirilebiliyorsak, neden daha geniş alanlara doğru bu yayılmasın. Bir ülkenin benzer uygulamalarla daha kolay yönetilebileceği, bir ‘yönetim sistemi’ zihniyetine dönüştü.    Her biri büyük kapatılma ve tecrit mekânı olan Ebu Gureyb, Guantanamo ve İmralı... Benzerlikler neler? Nasıl bir uluslararası sistem prototipi yaratıldı?   Bunlar içerisinde özellikle Guantanamo ve İmralı birbirine oldukça benzer özelikleri olan yapılar. Mimari modeller, aynı zamanda birer yönetim laboratuvarları da denilebilir. Ebu Gurayb için şunu ayırabiliriz; açık bir işgal ve bu işgal sonrasında oldukça fiziksel işkenceye dayalı bir sistem kurulmuştu. İmralı ve Guantanamo’yu ayırırsak şunu söyleyebiliriz: 20’nci yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dünya sisteminde, karşılıklı kutupsal dengeleme rejiminde, sosyal devlet anlayışına dayalı belirli insan hakkı hukuku, felsefesi ve söylemi hakimiyetini oluşturdu. Dünya geneli derken, batı medeniyetini kastediyorum. Bu batı medeniyetinin siyaseten ve diplomatik olarak kendini yaygınlaştırma pratiğinde insan hakları hukuku, mekanları, aygıtları ve mekanizmaları önemli birer yer tuttular. Fakat 20’nci yüzyılın sonu itibariyle, çift kutupluluğun sona ermesinden itibaren neo-liberalizm diye tanımlayabileceğimiz ekonomik ve siyasal sürece geçiş yapıldı. Bu andan itibaren 20’nci yüzyılın mekanizmaları, felsefesi, aygıtları yeni dönem itibariyle oldukça işlevsiz kalmaya ve varlık nedenlerini sorgulanır kılmaya başladılar.     Guantanamo ve İmralı ortak özelliği devletlerin pratiklerini sınırlayan, hukuk kurallarının ortadan kalktığı, devletlerin herhangi bir yasal sınırlama olmaksızın her türlü uygulamayı geliştirebildikleri mekanlar olarak ortaya çıkmasıdır.   Çünkü yeni dönemde uluslararası ‘terörizm’ söylemi etrafında geliştirilen ciddi bir yayılmacılık ve neo-liberal siyasetin diğer ülkelere dayatılması önemli bir biçim haline geldi. Yeni yönetim biçimlerinde güvenlik mekanizmaları diyebileceğimiz kurumlar, aygıtlar tüm ülkelerde hızla yayılmaya başladı. 11 Eylül saldırısından sonra Amerika’nın neredeyse tüm batı ülkelerine ve belirli oranlarda gelişmekte olan ülkelere dayattığı o ‘Terörle Mücadele Kanunu’ konseptinin bununla bağlantısı var. TMK, tüm ülkelerde uygulamaya girdiğinden itibaren, bir dizi mali suç kanunlarıyla beraber yeni bir yönetim yapısını ortaya çıkarmaya başladı. Bir; ‘terörizm’ ve ‘terörist düşman’ silueti, oldukça belirsiz kılınmış bir siluetin karşısında, devletlerin her türlü güvenlik mekanizmasını hiçbir sınırlamaya tabi olunmaksızın geliştirebildiği, yaygınlaştırabildiği bir durum ortaya çıktı. Bir gecede bütün cadde ve sokakları MOBESE kameralarıyla donatabildiler. Toplumlar bu güvenlik konsepti ve güvenlik söylemi içerisinde bunun bir insan hakkı sorunu oluşturup, oluşturmadığını sorgulamadı. Bu bir güvenlik gerekçesi haline getirildi. Güvenlikli ve korunaklı yaşamlar gibi bir konsept geliştirildi. Bütün bu konseptler içerisinde, 20’nci yüzyılın cezaevleri mekanlarından farklı mekanlar da ortaya çıkmaya başladı.    Guantanamo ve İmralı bunların ilk örnekleriydi. İkisin ortak özelliği ise 21’inci yüzyıl boyunca devletlerin pratiklerini sınırlayan hukuk kurallarının ortadan kalktığı, bu sınırlayıcılığın artık olmadığı, devletlerin herhangi bir yasal sınırlama olmaksızın her türlü uygulamayı geliştirebildikleri mekanlar olarak ortaya çıkmasıdır. Avrupa’da pek çok yerde kapalı karakollar olduğu, CIA uçaklarında insanların sorgulardan geçirildiği, yine CIA uçaklarıyla kaçırılmalar olduğu ortaya çıktı. Bunlar yeni dönemin bir tür güvenlik mekanları olarak geliştirildi.    Asrın Hukuk Bürosu 30 Mayıs 2019’da, “Sayın Öcalan’a yönelik tecridin mutlaklaştırıldığı son dört yılda ülke ve bölgede savaş, kaos ve yıkım arttı. Politik bir özne olarak rolünü kısmen dahi olsa oynayabildiği zamanlarda ise köklü sorunlara çözüm önerebilmiş ve tüm coğrafyaya olumlu tesirde bulunduğu defalarca deneyimlenmiştir” değerlendirmesinde bulundu. Öcalan’a 23 Eylül’de “Yol Haritası” gerekçesiyle disiplin cezası verildi. Cezanın hemen ardından Kobanê soruşturması başladı, KDP’nin gerginlik yaratma politikası devreye girdi, gözaltı ve tutuklamalar arttı. Büronuzun değerlendirmesi üzerinden söz konusu güncel gelişmeler ile tecridin nasıl bir ilişkisi var?   Oldukça güncel bir durum. 2019 yılında cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri sonrasında Bursa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Mayıs ayında avukat yasağı kaldırıldı ve daha sonra Mayıs ve Ağustos ayları içerisinde 5 avukat görüşmesi gerçekleştirildi. Ağustos 2019 itibariyle son avukat görüşmesinden bu yana avukat görüşmesi yapılmadı. Fakat o günden bu yana herhangi bir yasakta koymuyorlardı. Fiili bir durum olarak avukat görüşmesi yaptırılmıyordu. 23 Eylül itibariyle yeni bir avukat yasağı koydular. Bu avukat yasağının gerekçesi ise ‘Yol Haritası.’ 2009 yılında, yani bundan tam 11 yıl önce sunulan ‘Yol Haritası’nı gerekçe yaparak, yeniden bir yasak koydular. Tam da bahsettiğim ‘yeni tip hukuk yaratma’ meselesidir. ‘Kendi çıkarlarına uygun hukuk yaratmak’ derken, bunu kastediyoruz. Kuşkusuz siyasi gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Hem Ortadoğu’daki hem de Türkiye’de genel olarak siyasi iktidarın gelmiş olduğu, içinde bulunduğu krizler, Ortadoğu’daki denklemler, koalisyonlar, ittifakların tümüyle bağlantılı bir avukat yasağı geliştirildi.   Yaptırılmayan avukat görüşmesine neden yasak getirilir?   Zaten gerçekleştirilemeyen avukat görüşmesi için yasak getirilmesinin ne önemi var gibi düşünülebilir. Ama öyle değil. Evet, gerçekleştirilmiyordu ama yasağın alınmasının mesaj niteliği var. O mesaj da ‘tecridi biraz daha derinleştireceğiz’ anlamı taşır. Bunun da şöyle bir karşılığı olduğunu da rahatlıkla düşünebiliriz; kendi halinde siyaseten herhangi bir rolü olmayan insanlara ya da mekanlara tecrit derinleştirilmez. Bir mekân da tecrit daha fazla derinleştiriliyorsa, demek ki o mekânda daha derinleşmiş bir direniş söz konusudur. Bu sonuca rahatlıkla ulaşabiliriz. Demek ki, İmralı’da Sayın Öcalan şahsında daha derinleştirilmiş bir direnme ve siyasal yaklaşım süreci söz konusu. Ve buna karşı iktidar daha derinleştirilmiş bir tecrit uyguluyor ve mesaj verme ihtiyacı duyuyor.   İmralı’daki diğer tutuklular ise bu fiili işlemeden disiplin cezasına maruz bırakıldı...   Oradaki tecrit Sayın Öcalan şahsında İmralı’ya giden 10 ayrı Kürt siyasi mahpusun tamamına da uygulandı. Her düzeyde uygulandı. Bu belli dönemler telefon yasağı, aile yasağı, avukat yasağı olarak uygulandı. Onlar da bu tecrit uygulamasından paylarını maalesef alıyor. Orada bulunan tutuklulara avukat yasağı dışında 2 yıldır aile görüş yasağı da uygulanıyor. Bunun gerekçesi de disiplin cezalarıydı. Bu disiplin cezalarının gerekçeleri ise inanılmaz. İmralı’da bulunanlar hafta da 3 gün spor etkinliğine çıkıyorlar. Çıkılan spor etkinliğinde basketbol ya da voleybol oynuyorlar. Bir saatlik spor etkinliğinde mahpuslar yarım saat spor yaptıktan sonra, son 20 dakika kendi aralarında sohbet ediyor. Onlar kendi aralarında sohbet yapmayı tercih ettikleri için ‘birbirinizin spor hakkınızı engelliyorsunuz’ diyerek, hepsine birden disiplin cezası veriliyor ve verilen disiplin cezası da aile görüş yasağı.   ‘İmralı’da nasıl bir yaptırım uygularsak uygulayalım. Bunu denetleyen, bundan hesap soran bir mekanizma zaten yok, çünkü denetleyen mekanizmada biziz’ rahatlığından besleniliyor.   Şöyle düşünürsek, Sayın Öcalan’da dahil olmak üzere oradaki mahpusların hepsi belli bir yaşın üzerinde ve onlardan bir saat boyunca aralıksız spor yapmalarını talep etmek, bir kere olağan hayatın akışına aykırıdır. Bunun yanı sıra da bu kişilerin tercihidir. Bir insanın spor ya da bedensel aktiviteden ne yaptığının kararını yönetenler veremez. O sporu yapanlar verir. Bir; spor hakkını engelleyen kim? İki; hepsi birbirinin spor hakkını nasıl engelleyebilir, burada irade sergileyen kim? Üçüncüsü; Sizin böylesi bir kural üretmeye ne hakkınız var? Dördüncüsü; bunun aile görüşmesi ile ne alakası var? Öyle birbiriyle bağlantısız, alakasız kararlar veriliyor ancak bu bir rahatlık aslında. Bu kadar rahat ve fütursuzca bir kararı alıp, uygulayabilir olmak aynı zamanda bir yönetim sarhoşluğuyla ilgili bir şey. Şöyle bir algı var anladığım kadarıyla ‘biz İmralı’da ne yaparsak yapalım, İmralı’da nasıl bir yaptırım uygularsak uygulayalım, uyguluyoruz. Bunu denetleyen, bundan hesap soran bir mekanizma zaten yok, çünkü denetleyen mekanizmada biziz’ rahatlığından besleniliyor. Ama bu bahsettiğim yönetim sarhoşluğu, kolaylığı artık bütün ülkeye yayılmış durumda. Artık pek çok kararda bu rahatlığı ve fütursuzluğu görüyoruz.    Giorgio Agamben, “Kampta olup-bitenlerin yasal olup-olmadığı yolundaki tüm sorular anlamsızdır” tespitinin ada içinde geçerli olduğuna dikkat çekmiştiniz. İmralı’nın hukuk politiği nedir?   İmralı başından beri ‘Olağanüstü Hal adacığı’ olarak özelleştirilmiş, ayrıksı bir tecrit mekânı olarak orada tutuldu. İmralı’nın hukuk politiği olağanüstülük ve istisna rejimi üzerine kuruludur. Şunu da göz ardı etmemek gerekir: İmralı, Türkiye’de uygulamaya konulan ilk tecrit cezaevidir. 1990’larda Eskişehir Cezaevi’nde de benzer pratikler oldu. Bazı mahkumlar götürülerek, bir tecrit sistemi uygulandı fakat belli bir direniş ardından o cezaevi kapatıldı. 1999 yılına geldiğimizde tecrit sisteminde İmralı Cezaevi bir ilktir. Hemen bir yıl sonrasında Türkiye’de F Tipi Cezaevleri katliamla beraber uygulamaya konuldu. Bu aslında İmralı’nın hukuk politiğinin nerden başlayıp, nereye doğru gittiğini izlemek açısından önemlidir. Devamında, Türkiye’de pek çok yasa, düzenleme İmralı süzgecinden geçirilmeye başlandı. Bir öğrenci affı dahi çıkaracak olsalar, dönüp ‘acaba bu İmralı’da uygulanır mı’ diye bakmaya başladılar.    Eğer İmralı’da uygulanacaksa, ona bir istisna hükmü koymaya başladılar. Sayın Öcalan’ın bu saatten sonra ne üniversiteye dönme ne de üniversite okuma gibi talebi yok. Ama buna rağmen üniversiteden atılan, ihraç edilen öğrenciler geri dönecekleri zaman, Sayın Öcalan gerekçe gösterilerek, siyasi sebeplerle okullarını bırakan ya da okullardan uzaklaştırılan öğrencilerin geri dönememesi için bir düzenleme yaptılar. Bu bir başlangıçtı. Fakat ne oldu biliyor musunuz? Bu düzenleme bir tür geleneğe dönüştü. Artık bütün öğrenci aflarında siyasiler hariç tutulmaya başlandı. Bahsettiğim İmralı politikasının ülke geneline bir yönetim sistemi olarak yayılması örneklerinden biri budur.   Biz avukatlar, Türkiye’nin tüm cezaevlerine mesai saatlerinde kimliğimizi gösterip gireriz. Tutuklularla görüşmesir ve çıkarız. İmralı’da her zaman bu görüşme haftada bir gün ve bir saatle sınırlandırıldı. Daha öncesinden başvuru yapıyoruz, kabul edilirse gidiyoruz. Bu gidişlerimizde 2005 yılından itibaren yasa ve düzenlemeye koydukları ‘örgütsel iletişimden şüphelendiğimiz avukat ve tutuklular arasındaki görüşmelerde belgelere el konulabilir’ hükmü koydular. Belgelere el koyma şudur; avukat olarak görüşmeye geldim sizinle, siz bana bir şeyler anlattınız. Bende bazı notlar aldım. Bu bir belgedir. Buna el koyabilirsiniz. Yasa bunu düzenlemiş. Ama onlar bu yasayı, ‘Eğer ben avukatın yazdığı yazıya el koyabiliyorsam. Ben avukatın söylediklerine de el koyabilirim. Ben avukatın ve tutuklunun söylediklerini kayda alırım’ şeklinde yorumladılar. Ondan sonra bütün görüşmelerde kayıt cihazlarıyla avukat görüşmeleri kayda alındı. Tutanaklar hazırlandı. Avukatlara soruşturmalar açıldı, Sayın Öcalan’a da disiplin cezaları verildi. Burada söylemek istediğim, yasa hükmünü kişilerin ve özgürlüklerin aleyhine bu kadar geniş yorumlamayı İmralı’da başlattılar.   2005 yılından 2011 yılına kadar tüm avukat görüşmeleri kayda alındı, tutanağa geçirildi. İmralı’da bu uygulanırken, Türkiye cezaevlerinin hiçbirinde bu uygulama yoktu. Sadece İmralı’da uygulandığı içinde Türkiye demokratik kamuoyu da bunu görmezden geldi. Niye, ‘olağanüstü biridir, olağanüstü bir mekandır, çok da büyütmemek gerekir’ denildi. Ne oldu? 2016 yılında yapılan darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL ile getirilen ilk Kanun Hükmünde Kararname’de (KHK) bu uygulama tüm cezaevlerinde yasal bir pratik haline geldi. Eğer olağanüstülüğün siz belirli bir cezaevinde bu kadar uzun süre varlığını sürdürmesine izin verirseniz, göz yumarsanız, o olağanüstülük her şekilde bulaşır, yayılır. İmralı o açıdan tipik bir örnektir. Bu yüzden bu olağanüstülüğün kaynak yeri ve buradan çevreye yayılan İmralı’nın hukuk politiği tam da budur.   Bu kadar özel bir statüye sahip olan İmralı’daki uygulamaların bugün somut yansımalarıyla karşı karşıyayız. Guantanamo için “hukuki kara delikler” tanımı yapılıyor. İmralı’da Türkiye açısından bir “hukuki kara delik” işlevi gördüğünü Öcalan’ın avukatlarından Cengiz Yürekli, “Bu anlamda bugün hak ihlalleri, demokrasi sorunu gündeme gelmesi, birçok kişiye dair verilen AİHM kararlarının, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının uygulanmadığını görüyoruz. Bu bile ilk olarak 2003 yılında daha sonra 2005 yılında Sayın Öcalan’ın yeniden ‘yargılanma kararı’nın tanınmasıyla uygulandı” diye örneklendirdi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?    Hukuksal kara delik bu özellikleri itibariyle şu anlama gelir; bir yönetimin, ülkenin kendi siyasi egemenlik alanı içerisinde kurduğu oluşturduğu fakat kendi cezaevlerinde olağan hukuk kurallarını uygulamakta imtina ettiği mekandır. Bu haliyle tamda İmralı’ya denk düşüyor.   Bu ‘hukuki kara delik’ meselesinin çıkış noktası Guantanamo. Amerika, Afganistan’da yakaladığı, tutukladığı cihatçı savaşçıları uçaklarla getirerek, Küba’nın bir ucunda kendisine ait bir askeri üste, hapishaneye, Guantanamo’ya kapattı. Amerikan topraklarına sokmadı, Amerika’nın dışında işgal ettiği Küba’da bir askeri üstteki hapishaneye yerleştirdi. Burada onlara ‘bunlar benim için uluslararası savaşçı statüsünde değil. Dolayısıyla ben bunlara savaş statüsü tanımam, bunlar terörist’ dedi. ‘Benim topraklarımda değil. Benim kendi cezaevimdeki tutuklulara tanıdığım hakları tanımam’ diyerek, bir statüsüzlük, belirsizlik hali yarattı. Bu kişiler çok uzun süreler mahkemelere çıkmadan, avukatlarla görüşmeden, hiçbir ziyaret hakkı edinmeden kaldılar. Kimisi fiilen bırakıldı, kimisi çok sonradan mahkemelere çıkarıldı, bırakıldı. Sonrasında buraya kapatılan savaşçılardan bir ikisinin esasen İngiliz vatandaşı olduğu ortaya çıktı. Bunlar hakkında İngiliz mahkemelerine yapılan bir iki başvurudan sonra İngiliz Yüksek Mahkemesi, Guantanamo için ‘Bizim için böyle bir hapishane hukuksal açıdan bir kara deliktir, kabul edilemez’ tanımını yaptı. Hukuksal kara delik bu özellikleri itibariyle şu anlama gelir; bir yönetimin, ülkenin kendi siyasi egemenlik alanı içerisinde kurduğu oluşturduğu fakat kendi cezaevlerinde olağan hukuk kurallarını uygulamakta imtina ettiği mekandır. Bu haliyle tamda İmralı’ya denk düşüyor.   Kara delik nedir? Fiziksel bir gök cismi olarak kendisine belirli bir mesafede yaklaşan tüm cisimleri içine çeken ve kendi içinden bir ışık huzmesinin dahi dışarı çıkmasına izin vermeyen en yoğunlaşmış karanlık, kapalı cisimdir. İmralı’da kurulduğu günden bu yana girişin olduğu, fakat çıkışın olmadığı, tek bir kanal haricinde hiçbir iletişimin geliştirilmediği, geliştirilmesine izin verilmediği bir mekân olarak konumlandı. İmralı’ya 2013 yılına kadar tek bir radyo verilmişti. Televizyon vermiyorlardı. Verdikleri radyonun da kanal ayarını getirip, TRT’de sabitlemişlerdi. Kanal ayar düğmesini de kırmışlardı. İşte bu tek kanal İmralı’nın tarihine, pratiğine damgasını vuran bir şeydir. Avukatları gönderdikleri dönem başka herhangi bir heyetin gidişine izin vermediler. Belirli bir dönem siyasi heyet adaya giderken, bu sefer avukat ve ailelerin girişine izin vermediler. Yani birden çok kanalı her zaman engelleme, tek ve denetlenebilir bir kanal üzerinden iletişime izin veren bir İmralı sistemi var. Geldiğimiz son 5 yıllık süreçte ise o tek olan kanalda kapatılmış durumda. Zaten ‘mutlak tecrit’ ya da ‘ağırlaştırılmış tecrit’ dememizin sebebi 2015 sonrasına işaret etmektir.   İmralı’da uygulanan uygulamalarda uluslararası kurumların sorumluluğu nedir? Nasıl bir yol izleniyor?   Hem AİHM hem Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) gibi kurumlar, Avrupa Konseyi’nin kurumlarıdır. Türkiye de, Avrupa Konseyi’nin bir üyesidir. Dolayısıyla doğrudan Türkiye üzerinde denetim ve yargılama yetkisine sahip kurumlardır. Fakat uzun yıllardır edindiğimiz deneyim, mahkeme ve görüşme süreçleri, kurumlarla yaptığımız diplomatik süreçlerin bütününden yola çıkarsak, İmralı’da olan biten her şeyden en başından beri haberdarlar. Her süreçten haberdarlar. Tüm süreçler içerisindeki tutum ve tavırlarını kesinlikle belirli bir siyasal konjonktüre göre ayarlayarak, hareket etmeyi tercih ediyorlar. Bu onlara sıklıkla yönelttiğimiz bir eleştiridir. 20’nci yüzyılın insan hakları kurumları olan AİHM ve CTP, 21’inci yüzyılın neo-liberal güvenlik konseptine bir yanıt geliştiremedi.     Esasen Kürtler, 1990’ların AİHM’nin, 2000 sonrası nasıl değiştiğinin bizzat tanığıdır. Maalesef sonuçlarını yıkıcı şekilde tanık olmuştur. Kürtler bunu sadece İmralı’dan bilmiyor. Sokağa çıkma yasakları döneminde Anayasa Mahkemesi’ni işaret etmesinde gördü.   Esasen Kürtler, 1990’ların AİHM’nin, 2000 sonrası nasıl değiştiğinin bizzat tanığıdır. Maalesef sonuçlarını yıkıcı şekilde tanık olmuştur. Kürtler bunu sadece İmralı’dan bilmiyor. Sokağa çıkma yasakları döneminde AİHM’in ‘tedbir’ kararlarını vermekte imtina ettiği, verdiği kararların uygulanmaması, uygulanmayan kararlara rağmen bir yandan da Anayasa Mahkemesi’ni işaret etmesinde gördü. Bazı yönleriyle aciziyet, güç getirmeme hali olabilir. AİHM, siyaseten bir karşılığı olmayan, daha az suya sabuna dokunan meselelerde keskin karar alabiliyorken, siyasi değeri, anlamı, mesajı daha ciddi olacak meselelerde mümkün olduğunca devletler alanına müdahale etmemeyi tercih ediyor. Tek bir kişi, tek başına bir tokat yediğinde buna müdahale ediyorken aynı anda binlerce kişi evleri taranırken, kurşunlanırken bu mekanizmalar sessiz kaldılar ya da sessiz kalma pozisyonuna girdiler. 21’inci yüzyıl mekanizmalarının asıl sorunu zaten buydu. Tekil ve bireysel sorunlara müdahale gücü geliştirirken, toplu ve kitlesel suçlarda, sorunlarda herhangi bir yanıt geliştiremediler. İmralı’da aşağı yukarı benzer bir tavır alındı.    İmralı’da gelişen tavırda da devletler alanına müdahale kaygısı mı var?   Kuşkusuz Öcalan’ın siyasi kişiliği, Öcalan hakkında verilecek kararın siyasi karşılığı, bunun Kürtler, Ortadoğu ve Türkiye nezdindeki karşılığı hesaplanarak, hareket ettikleri çok net görülüyor. AİHM ve Avrupa ülkelerinin tavrı, 1999’daki komplo sürecinden bağımsız değerlendiremeyiz. O dönemde Sayın Öcalan, Yunanistan’a gittiğinde iltica talebinde bulunmuştu. Hatta o iltica talebini bir noktada ‘Ben politik, lider kimliğimi bir kenara bırakıyorum. Bir kişi olarak sizden siyasi iltica talep ediyorum. Bunu kabul edecekseniz edin, reddedecekseniz edin. Ama bir karar verin’ demiştir. Bunun belgesi bizim dosyalarımızda mevcut. Biz bu mesele yüzünden Yunanistan’ı AİHM’ne de dava ettik. Fakat Yunanistan ne yaptı, belgeyi işleme koymadı. Çünkü başvuruyu kabul etse, hukuki korumasını almak zorunda. Eğer başvuruyu reddetse, bir önceki başvuru ülkesine geri göndermek zorunda ki orası da İtalya. İtalya’ya göndermemek içinde başvuruyu reddetmedi ve Sayın Öcalan’ı Kenya’ya gönderdi. Kenya’yı komplo sürecine dahil etti ve bir tuzağa sürükledi. Avrupa ülkeleri açısından mesele budur. Orada onlardan talep edilen tek şey, ‘kendi hukukunuzu uygulayın, kimse sizden ekstra bir hukuk, koruma beklemiyor, istemiyorsanız reddedin’ idi. Bugün de aynı şey geçerli. Beklemede ve sürüncemede tutma hali, Kürdün ve Türkün mevcut pozisyonunu değiştirmemesiyle ilgili bir şey. Kürt burada dursun, Türk biraz burada dursun. Bunlar bu pozisyonda devam etsinler. Aynı pozisyonu sürdürdüklerinde, ikisi de bana geliyorlar. Duruşun bunla alakalı olduğunu düşünüyorum.    27 Temmuz 2011 yılında İmralı’ya getirilen avukat görüşmesi yasağı ardından AİHM’ne “tedbir” talebiyle yapılan başvurunun şimdi hükümete gönderilmesi de bu sürünceme de bırakma haline örnek mi?   İmralı’da, 2011 yılının Temmuz ayında avukat görüşmesi yasaklandı. 2011 yılının Ekim ayında meseleyi AİHM’ne götürerek, ‘tedbir’ talebinde bulunduk. ‘Bu sıradan bir yasak değil. Bundan sonrası için çok uzun süreli bir yasağa benziyor. Bu kötü muameledir. Tedbir talebinde bulunuyoruz’ dedik. Bundan sonra bütün iletişim kanalları kapatıldı. 2020 yılına geldik, aradan 9 yıl geçti. AİHM daha yeni başvuruyu hükümete gönderdi. Normalde prosedür bellidir. AİHM’ne başvuru yapılır, AİHM alır hükümete gönderir. Hükümet kendi cevabını yollar, karar verirsiniz. Ama başta bunun yapılması gerekir. Başvuru geldiği gibi gönderilmesi gerekir. 8 yıl boyunca bu başvuruyu hükümete göndermeme sebebiniz nedir? Biz bunu nasıl açıklayabiliriz.    Siz başvuruyu gönderdiniz de hükümet mi yanıt vermedi ya da hükümet size yanıtı gönderdi, ‘yoğunduk değerlendiremedik’ diyebilirsiniz. Fakat siz prosedürü başlatmadınız, beklettiniz ve çürümeye aldınız. Bu sürenin tamamında 9 yıl boyunca bu avukat yasağı devam etti. 9 yılın sonunda hükümetten bir cevap geldi. Hükümet bu 9 yıl boyunca sonradan ortaya çıkmış, sonradan kurulmuş tüm hukuksal mekanizmaları bir karmaşa içinde ortaya sürmeye çalışmış. Anayasa Mahkemesi’nin 2011 yılında bireysel başvuru alma gibi bir usulü yokken, ‘AYM’ye gitmediler’ diyor. O dönemde bir tazminat komisyonu yokken, ‘tazminat komisyonuna başvurmadılar’ diyorlar. Siz bir başvuruyu 10 yıla yayarsanız, sonuçta böyle bir yığınla, bir belirsizlik haliyle karşılaşırsınız. Bizim sorumuz çok basit, avukat görüşmesi neden yaptırmıyorsunuz? 150 sayfaya yakın hükümet yanıtı geldi, eklerle beraber. Buna karşılık bir nevi İmralı sisteminin tarihçesi niteliğinde yaklaşık 200 sayfalık bir sunum da biz yaptık. 800 sayfalık ekiyle AİHM’ne gönderdik.    Hukuk ve adalet sisteminin geldiği noktaya bakıldığında “hukuk devleti” tanımı nerde duruyor? 20’nci yüzyıl kurumlarına eleştirilerinizden yola çıkarak, nasıl bir tanım getiriyorsunuz?   Türkiye’deki durum hukuk eliyle değil, yönetim değil, hukukun yönetimi söz konusudur. Bugün hukuk ve yasalar yönetiliyor. Bırakalım tarafsız, bağımsız bir hukuk mekanizmasını, aygıtının varlığını tam tersine yönetilen bir hukuk var.   Hukuk devleti dediğimiz şey en kaba haliyle ‘hukuk ve yasa yoluyla yönetmeyi’ ifade eder. Fakat geldiğimiz noktada, Türkiye’deki durum hukuk eliyle değil, yönetim değil, hukukun yönetimi söz konusudur. Bugün hukuk ve yasalar yönetiliyor. Bırakalım tarafsız, bağımsız bir hukuk mekanizmasını, aygıtının varlığını tam tersine yönetilen bir hukuk var. Hukukun yönetilmesi nasıl bir şey? Mevcut yasalar, düzenlemelerin çıkarılması, uygulanması, yorumlanması bunların tamamı belirli iktidar çıkarları, saikleri doğrultusunda yönetiliyor. Bu çok önemli bir ayrımdır. Hukukun yönetilmesi meselesinin standart bir yurttaş için olası sonuçları vardır. Başınıza gelebilecek bir şey için artık hukuksal bir sebep aranmayacaktır. Siz tamamen siyasal nedenlerle tutuklanabilir, diplomatik nedenlerle gözaltına alınabilir ve istihbari nedenlerle sınır dışı edilebilirsiniz. Yani bir hukuksal uygulamanın siyasal, diplomatik, istihbari başka sebeplerle hayata geçirildiği bir süreç ortaya çıkar.    Bu olağan yaşam içerisinde hukuksal öngörülebilirliğin ortadan kalkması ve hepimizin güvencesizliğin ilanı anlamına gelir. Dolayısıyla hukukun yönetilmesi gibi bir siyaset ve hukuk eşiklemesi, herkesin tehlike altında olduğu bir duruma işaret eder. Bu ciddi bir tehlikedir. Bu bir ‘hukuk politik tekeli’dir. Bu anlamda bugün Türkiye’de hukukun yönetimi olarak tarif ettiğimiz şeyin, bir ‘hukuk politik tekeli’ olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Belirsiz bırakma ve bir öngörülemezlik üzerinden işler ve toplumu da bu eşikte tutmaya çalışır. Ama açıklıkla söylemek isterim ki, bu yönetim şeklinin uzun ömürlü olamamasının temel sebebi de budur. Çünkü toplumlar çok uzun süre bu kadar öngörülemezlik ve bu kadar belirsizlik içinde yaşamaya tahammül etmezler. Türkiye içinde artık bunun tahammül edilebilir bir durum olmadığını söyleyebilirim.   ‘Hukuk politik tekeli’ hangi yasa üzerinden işler? Bunun tespitini doğru yapmak zorundayız. Türkiye’de en temel, en geçerli, asla ihlal edilemeyecek norm nedir? En kutsal, kimsenin değiştiremeyeceği şey nedir? Mesela yaşam hakkı, işkence yasağı, eşitlik ilkesi olabilir mi? Hayır, tek bir yasa var, ‘devletin bekası’. ‘Hukuk politik tekeli’nin tek yasası devletin bekasıdır. Türkiye’deki şu andaki anayasa, yasa, kanunların tümünü toplayın ve onların yanına ‘devletin bekası’ kavramını koyun. Hepsini ezer, her şeyin üzerine geçer.    Bunun bazı sonuçları vardır. Hukuk, devletler açısından bir suç ve ceza politikası oluşturur. Bunu iyi ya da hayırlı bir şey olduğu için söylemiyorum, tanım budur. Bir suç ve ceza ekonomisi oluşturur. Belirli suçlar belirli dönemlerde biraz öne çıkar, belirli suçlu tipleri cezaevlerinde belirli sürelerde tutulur. Fakat ‘hukuk politik tekeli’ oluştuğunda devletin bekası dışında kalan diğer tüm suçlar gölgeye çekilir. Burada artık tek temel suç tipi devlete karşı olan ve siyasi suçlar olur. Bu temel suç tipi dışında kalan diğer tüm suçlar ‘devlet bekası’ söylemine biat ederek, kendilerini rahatlıkla o suçlu durumunun dışına çıkarırlar. Dolayısıyla ‘devletin bekası’ meselesi Türkiye’de o kadar parlatıldı ve abartılı hale getirildi ki, artık onun dışında kalan tüm yasadışılıklar cezalandırılabilir olmaktan çıktı. Bir af yasası çıkarılıyor, tek bir suç tipi hariç tüm suç tiplerini toplumla cezaevi arasında bir salınım içerisine sokuyor. Bunun temel sebebi, tek ve temel yasa üzerinden yönetim biçimine geçilmesiyle ilgilidir.   "Hukuk politik tekeli"nin temellerinden birinin de İmralı’nın olduğunu düşünüyor musunuz?   Evet. Hukuk batı toplumları için sosyal organizasyonların temel ilkesidir. Modern devletin kuruluşundan bu yana böyledir. Ancak doğu toplumları için tam olarak böyle değil. Doğu toplumlarında devletin ve devlet dışındaki sosyal organizasyonların temel ilkesi hiçbir zaman çok da hukuk olmadı. Türkiye’de hukuk denilen şey zaten ithal edilen bir şeydi. Medeni Kanun, İsviçre’den, Ceza Kanunu, İtalya’dan getirildi. Hukuk devleti ilkesi de ithal edilen bir şeydi. Bugün geldiğimiz ‘hukuk politik tekeli’ne gidilen sürecin yani o olağanüstülüğün İmralı’dan kaynaklandığı kanaatindeyim. Genel olarak bu ülkedeki tüm sorunların kaynağında Kürt sorunu vardır. Bir vücutta bütün bir kol ya da ayak kangren olmuşken siz, baş ile boğaz arasıyla uğraşmamalısınız. Çünkü ölmektesiniz. O yara bütün bünyeyi zehirleyecek. Siz o kangren yerine kolunuzdaki kızarıklıkla uğraşırsanız zaman kaybedersiniz. Kürt sorunu, Türkiye’deki bu iktidar tekelleşmesi sürecinde bu kadar belirleyici bir pozisyonda iken bunun çekirdek mekanının da İmralı olduğunu düşünüyorum. Başından beri de bunu savunuyorum.   Federal Almanya’da RAF’ın kurucu kadrolarından Irmgard Möller, 22 buçuk yıl süren tecrit koşullarının ardından cezaevinden çıkarken, “Devlet yenildi, ben kazandım” dedi. Uzun yıllar cezaevinde kalan, cezaevleriyle ilgili kitaplar çeviren ve yazılar yazan Işık Ergüden, “Hücrede direnen bir kişi bile varsa, adalet onun ayağını bastığı yerde yeniden kurulur” diyor. Bu iki örnekten yola çıkarsak, ağır koşullarda olan Öcalan hangi pozisyonu üstlendi?    Tecridin en kuvvetli olduğu yer, direncin en kuvvetli olduğu yerdir. Çünkü tecrit bir sebep değil, bir sonuçtur. O direnme pratiğine karşı iktidarın geliştirdiği bir sonuçtur. Odaklanılması gereken işin asıl yönü direnme pratiğinin kendisidir.   Tecridin bir yönetim sistemi ve iktidar pratiği olduğunu söyledi. Her gün kahveye giden, işine gidip gelen, siyasal bir pozisyonu olmayan bir kişinin, iktidar tarafından kuşatılması düşünebilir mi? Hayır. İktidar buna gerek duymaz. Kendini tecrit etmiş, kendinin tüm iletişim kanallarını kapatmış, bütün etkilenim ve etkileşim kanallarını kapatmış pek çok insan, kurum ve gerçekliğimiz, topluluğumuz var. Bizzat tecridi kendi kendine geliştirmiş bir toplum olarak, bunda hakikaten başarılı olan kesimlerimiz var. Fakat bir iktidar tekniği olarak tecrit her zaman bir direnme ağları üzerinden gerçekleşir. Bunun tanımını çok keskin yapmak durumundayız. Tecrit, bir ağ üzerindeki bütün direnme noktalarındaki bağlantıyı kesmedir. Bu anlamda direniş ne kadar kuvvetliyse, tecritte o kadar kuvvetlidir. Tecride o yüzden bu kadar vurgu yapıyoruz. Fakat tecrit hepimizin üzerine kapanmış bir demirden kafes anlamına gelmesin. Tecridin en kuvvetli olduğu yer, direncin en kuvvetli olduğu yerdir. Çünkü tecrit bir sebep değil, bir sonuçtur. O direnme pratiğine karşı iktidarın geliştirdiği bir sonuçtur. Burada odaklanılması gereken işin asıl yönü direnme pratiğinin kendisidir.   Sayın Öcalan 1999’da İmralı’ya konulduğundan bu yana son derece sistematik ve istikrarlı olarak aynı yerde kaldı. Zaman zaman kendi İmralı’daki pozisyonunu tariflerken bazı benzetmeler yapmıştı. ‘Ben burada çok dar bir koridorda gibiyim. Ne sağa dönebiliyorum ne sola dönebiliyorum’ demişti. Esasen o daraltılmış tek kanallığı tarif eden bir durumdu. Bununla beraber 20 yıllık süreç içinde bizzat gözlemlediğimiz, günlük yaşam pratiğinden tutalım ilişki pratiğine kadar, siyaset üretme biçimlerinden siyasi perspektifleri derinleştirme, bunları düşünceye, söze ve yazıya dökme biçimlerine kadar bu kadar istikrarlı, durduğu pozisyonu süreklileştiren ikinci bir örnek görme şansımız olamaz. Bu çok nadir görülen bir durumdur. Bizzat direnme pratiğini kendi gündelik yaşamında o kadar istikrarlı bir şekilde başlattı ve bunu siyasal görüşlerine doğru geliştirdi ki bunun siyasi karşılığı İmralı’da şekillendi.    Türkiye’deki Kürt sorununda Kürtlerin ve Türklerin yerleştirildiği yeri doğru analiz etti. Bu yerleştirilme biçiminin, didişme halinin sorunlu olduğunu dolayısıyla bu pozisyonun çözümünde kendisinin demokratik, siyasal, barışçıl ve diyalog noktasında çözümünde kendisinin temel bir rol oynama noktasına yerleştirdi ve o rolünden asla taviz vermedi. O yerleştirdiği pozisyon zaman içerisinde siyaseten de diplomatik olarak da karşılığını buldu. Devlet cephesinde de düşünsel düzlemde de karşılığını buldu. İmralı’da 20 yıla yayılan bu direnme pratiğinin bir sonucudur. Bu tecrit pratiği de kendisini bu biçimde ona dönük bir dayatma olarak geliştirdi. Sayın Öcalan şahsında ben tecridin asla sonuç alacağını düşünmüyorum. Esas olan tecrit değil, direnmedir. Toplumsal olarak, hepimiz açısından maruz kaldığımız baskı, tahakküm, tecrit ne tür iktidar uygulaması olursa olsun bunların tümünün bir direnme ve umudu hedeflediğini asla göz ardı etmeden hareket etmeliyiz. Direnmenin olduğu yerde her zaman umut ve başarı şansı vardır.   MA / Berivan Altan