Av. Çiçek: Açlık grevleri Öcalan’ın fiziksel özgürlüğüne olan inançtır 2021-02-07 09:07:31 İSTANBUL - İmralı sistemini “politik ölüm koridoru” olarak nitelendiren Av. Cengiz Çiçek, dışarıdaki yetmezliklerin eleştirisi olduğunu belirttiği cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri için “Öcalan’ın fiziksel özgürlüğüne olan inancın eylemi” dedi. Uluslararası komployla 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkarılıp, 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilen PKK Lideri Abdullah Öcalan, komplonun bir devamı olarak 22 yıldır tutulduğu İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde tecrit altında. Milyonlarca insanın “siyasi irademdir” dediği Öcalan’a dönük uygulanan hukuksuzluklara karşı büyüyen tepkilere cezaevleri de bugüne dek kayıtsız kalmadı. Cezaevlerinde 12 Eylül 2012’de başlayan ve 68 gün süren açlık grevi baskısı karşısında geri adım atmak zorunda kalan siyasi iktidar, İmralı kapılarını açtı. Açılan kapı 2013-2015 “Demokratik çözüm süreci” olarak adlandırılan sürecin başlamasını sağladı. Devlet heyetlerinin İmralı’ya gittiği bu dönemde avukatlarının müvekkilleri ile görüşmesi yine engellenirken, sürecin hükümet eliyle sonlandırılmasıyla birlikte İmralı kapısı heyetlere de kapatıldı.    Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde 8 Kasım 2018’de başlatılan ve 200 gün süren açlık grevleri sonucunda, Öcalan 8 yıl aradan sonra avukatları ile yeniden görüşmeye başladı. İlki 2 Mayıs 2019’da olmak üzere 4 ay içerisinde yapılan 5 görüşmenin ardından avukatlarının adaya gidişi yine engellenmeye başlandı. Öcalan’a yönelik yeniden devreye konulan tecrit politikasına karşı cezaevlerindeki siyasi tutuklular 27 Kasım’da süresiz-dönüşümlü olarak bir kez daha açlık grevi eylemi başlattı.   Öcalan’a yönelik tecrit ile buna karşı 73 gündür devam eden açlık grevi eylemlerini eski avukatlarından Cengiz Çiçek ile konuştuk.    PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit devam ediyor. Sıkça dillendirilen tecrit kavramının tanımı nedir? Kimler, ne için toplumdan tecrit edilir?    Tecrit; bir insanın dış dünyadan sadece fiziki olarak değil, duyusal, duygusal, psikolojik olarak da koparılmasıdır, yalıtılmasıdır. Dünya ve Türkiye deneyimlerinde tecrit uygulamalarının daha çok politik muhaliflere yönelik olarak uygulandığına tanıklık ettik, ediyoruz. Bu gerçekten hareketle tecrit olgusunu tek başına bir cezalandırma biçimi olarak okumak eksik kalacaktır. Bir başka ifadeyle tecride muhatap kılınan şahsın, sadece kişi olarak kendisine değil, temsil ettiği fikrin, ideolojinin ve toplumsal mücadelenin etkisizleştirilmesine veya kaybettirilmesine yönelik bir politik yönelim olarak okumak daha isabetli olacaktır.    Bu yönüyle tecrit meselesini egemen politikaların düzleminde ele almak, izini buradan sürmek daha hakikate yakın bir uğraştır. Oluşturulan tecrit hukukunun kaynağının da egemen politikalar olduğundan hareketle hukuk-politik bir okuma, tanımlama kaçınılmazdır. Artık politik mahpuslar üzerinde olağan bir uygulama halini alan bir durumdan bahsediyoruz. Hapishanelerin kendi içerisinde mimari ve yönetilme biçimlerindeki tarihsel değişim süreçlerine baktığımızda bile egemen ideolojinin, muhalifleri üzerindeki denetim, gözetim, kontrol etme gibi uygulamalarının daha fazla disipline edildiğini görüyoruz. Hatta bu yönüyle ele aldığımızda günümüzde kapatılma süreciyle birlikte ele alınan, zihnimizde somutlaşan tecrit gerçeğinin bununla sınırlı görülmemesi gerektiğini tarihten biliyoruz.       Tecrit sadece cezaevlerinde mi uygulanır?       Denetim altında tutma ve toplumsal muhalefeti akamete uğratma hedefinde “güvenlik” bürokrasisinin diğer alanlarına da sorumluluklar yüklenerek, tecrit uygulamaları tüm ülke sathına yayılmaktadır.   Hayır. Dikkat edilirse her yeni durum, iktidarları başka tecrit yöntemlerine de sevk ediyor. Örneğin; günümüz Türkiye’sindeki on binlerce siyasi mahpus gerçeği, iktidar açısından yönetilemez bir hal aldıkça ev hapsi, yurt dışına çıkma yasağı, elektronik kelepçe ve imza verme gibi tekniklerle denetim altında tutma ve toplumsal muhalefeti akamete uğratma hedefinde “güvenlik” bürokrasisinin diğer alanlarına da sorumluluklar yüklenerek, tecrit uygulamaları tüm ülke sathına yayılmaktadır. Ezilenlerin mücadelesi karşısında egemenler bir yönetim tekniği olarak tecrit uygulamalarını da değişik formlarda sürdürmektedir. Özetle tecrit gerçeğini bu düzlemde okumak ve politikanın alanında tanımlamak daha isabetli görünüyor.    Peki, Öcalan üzerinde devam eden tecride nasıl bakmak gerekir? İmralı’daki tecridi nasıl tanımlıyorsunuz?      İmralı tecridinin amacı, Öcalan’ı politika yapamaz halde tutmak, örgütlü mücadeleyle bağını koparmak, yıllara yayılan yalnızlık ortamında iradesini zayıflatmak ve teslim almak…    Öcalan üzerindeki mutlak tecrit uygulamalarına da bu gözle bakmak gerekmektedir. Öcalan’ı kapatmak, tecrit altında tutmak sadece bir intikam alma, cezalandırma olarak da değerlendirilemez haliyle. Yani şu an itibariyle tecrit politikalarının sahiplerinin Öcalan’ı sadece “cezasını çekmekte olan bir mahpus” olarak gördüklerini söyleyebilir miyiz? Elbette hayır. Öyle olsaydı en temel yasal haklarından bile (avukat, aile, telefon görüşmeleri gibi) faydalandırmamayı, bu kadar sistematik olarak inşa etmeye gerek duymayabilirlerdi. İmralı tecridinin amacı, Öcalan’ı politika yapamaz halde tutmak, örgütlü mücadeleyle bağını koparmak, yıllara yayılan yalnızlık ortamında iradesini zayıflatmak ve teslim almak, yirmi dört saat gözetim altında tutarak Öcalan’ı okumak, ona karşı politikalar oluşturmak ve bu karşı politikalar üzerinden dışarıda yürüyen ve liderliğini yaptığı mücadeleyi tasfiye etmektir.  Daha da detaylandırılabilecek bu hedeflerin hepsinin egemen politikanın alanına girdiğini görüyoruz. Böylesine politikleşmiş bir ortamda haliyle hukuk, bu politikanın kılıfı ya da aracı olacaktır diyeceğiz ancak İmralı’da gelinen aşamada ona da ihtiyaç duyulmamaktadır. Mevcut durumu olsa olsa hukukun bile askıya alındığı “politik bir ölüm koridoru” olarak tanımlayabiliriz.   Tarihte Öcalan’a benzer şekilde tecrit uygulamalarına tabi tutulan siyasi liderler var mı, varsa kimler?   Afrikalı lider Nelson Mandela ve Perulu lider Abimael Guzman gösterilebilir. Güney Afrika’da, Ulusun Mızrağı örgütünün lideri olarak tutuklanan Mandela, büyük çoğunluğunu Robben Adası’nda olmak üzere 27 yıl boyunca tecrit koşullarında tutulurken, Aydınlık Yol örgütü lideri Guzman ise 86 yaşında olmasına rağmen 29 yıldır başkent Lima’daki Callao deniz üssündeki hücresinde tecrit altındadır.    Yine günümüzdeki tecrit politikalarının ilk uygulamalarından olan Batı Avrupa örnekleri de oldukça çarpıcıdır. 1970’li yıllarda Almanya Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) liderlerinden Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve diğer lider kadronun, yine İrlanda Kurtuluş Ordusu (IRA) liderlerinden Bobby Sands ve yoldaşlarının oldukça ağır tecrit koşullarında tutulduklarını bilmekteyiz.   Öcalan’ın yakalanışı ve tutuklanmasını ‘uluslararası bir komplo’ olarak nitelendiriliyorsunuz. Tecrit de bu komplonun devamı mı?      İmralı tecrit ve işkence sistemi var oldukça Kürt meselesinin demokratik çözümünden, toplumsal barıştan bahsetmek olanaksızdır. Çünkü İmralı’daki bu mutlak tecrit rejimi, çözümsüzlük rejimidir, darbe rejimidir.   Uluslararası komploculuk veya bir başka değişle Öcalan’ın sık sık vurguladığı darbe mekaniği… Bu sarsılmasına izin verilmeyen rejimin kuralları nettir: Kürtlerin her adalet, eşitlik ve özgürlük talebinin ilgili ulus devletlerce baskılanmasına, kazanımlarının tasfiye edilmesine izin verilecektir. Ancak karşılığında bu devletler uluslararası hegemonyanın askeri, iktisadi ve siyasi sömürüsü altında tutulacaktır. Havuç-sopa politikası dediğimiz ve bu politika sonucu oluşturulan düzen, Kürtlerin makûs talihi kılınmak isteniyor. Öcalan, özelde Kürt halkının ancak ona bağlı olarak da genelde Ortadoğu halklarının bu makûs talihini değiştirmek istediği için uluslararası komplonun hedefi oldu.    İmralı’daki 22’nci yılında da uluslararası bu düzen hiç değişmedi. Kürtlerin kendisini politik ve toplumsal güç olarak büyütmesi kimi yeni tartışmaları, güç dengelerini ve buna bağlı olarak siyasal yaklaşımları tetiklese de Öcalan şahsındaki komplocu rejim varlığını korumaktadır. Bu gerçekten hareketle Öcalan kendisinin İmralı’daki durumunu “Ben NATO’nun esiriyim. Türkiye Cumhuriyeti devletinin görevi ise bana gardiyanlık yapmaktır” şeklinde özetlemişti. O nedenle İmralı tecrit ve işkence sistemi var oldukça Kürt meselesinin demokratik çözümünden, toplumsal barıştan bahsetmek olanaksızdır. Çünkü İmralı’daki bu mutlak tecrit rejimi, çözümsüzlük rejimidir, darbe rejimidir. Dolayısıyla tecrit meselesinde gardiyanlık rolünü kabul edenler, karşılığını da faşist rejim inşasına yol verilmesiyle almaktadırlar.    Cumhuriyetin öteden beri süregelen anti demokratik karakterinin bu kadar tolere edilmesi, Gladio’nun örgütlenme zemini bulması, ekonomik sömürü çarklarının bu kadar acımasız olması gibi bütün sorunların ana temellerinden birisi de Kürt meselesinin içinde tutulduğu bu çözümsüzlük rejimidir.    Buradan hareketle rahatlıkla şu tespiti yapabiliriz. Kürt meselesinin çözümsüzlüğüne hizmet eden her iktidar, uluslararası sistemin taşeronudur. Ödülünü faşist rejim inşası olarak alan günümüz iktidar ortakları da bu taşeronlukta zirveye oturmuşlardır. Mevcut iktidarın kötülük düzeyi de esas olarak buradan ele alınmalıdır. Tüm bu çizdiğimiz çerçeve, uluslararası güçlerin ve Türkiye’deki iktidarların ilişkilerindeki, münasebetlerindeki temel meselenin demokrasi ya da demokratikleşme meselesi olmadığını da gösteriyor. Karşılıklı olarak iktidar ve sermaye birikimlerinin çıkarları doğrultusunda ortaya çıkan bu düzenek, darbe düzeni ya da rejimidir; bu darbe rejiminin mağduru da tüm Türkiye halklarıdır.   Üzerindeki tecridin yıllar içinde derinleşmesinde Öcalan’ın sergilediği duruşun etkisi var mı?      Demokratik modernite anlayışı, sadece Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olarak değil, Rojava devrimi şahsında da halkların birlikte yaşam formu, felsefesi olarak karşılık buldu. Zaten tecrit politikalarının hedefinde de Ortadoğu’da mayalanan bu alternatif çizgi var.    Az önce de belirttik, uluslararası komplonun hedefinde Öcalan’ın halkların kardeşliği esaslı ve özgür iradeli toplumsal çözüm ve barış politikası vardı. Kürt meselesinin toplumsal barış perspektifiyle çözülmesi demek, Türkiye ve Ortadoğu halklarının sermaye tekellerinin sömürü çarkından da kurtulması demekti. Sonrasında İmralı süreciyle birlikte Öcalan’ın bu çizgisinde daha fazla ısrar etmesi ve demokratik modernite kuramıyla bu çizgiyi daha fazla derinleştirmesi, elbette ki kendisine karşı tecrit politikalarının da derinleştirilmesini beraberinde getirdi. Öcalan İmralı’da kapitalizme karşı ahlaki ve politik toplum, endüstriyalizme karşı ekolojik endüstri ve ulus devlete karşı demokratik ulus önermeleriyle çerçevelendirdiği demokratik modernite anlayışı, sadece Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olarak değil, Rojava devrimi şahsında da halkların birlikte yaşam formu, felsefesi olarak karşılık buldu. Zaten tecrit politikalarının hedefinde de Ortadoğu’da mayalanan bu alternatif çizgi var.    Bu fikirler sadece Ortadoğu’da mı mayalandı?    Hayır. Demokratik modernite çizgisindeki mücadele ısrarı, gelinen aşamada tüm dünyada halklar nezdinde önemli bir itibar ve mevzi kazandı. Kürt siyasal hareketinin belirli dönemlerde hemen hemen her kıtada eş zamanlı olarak yüzbinlerce insanı mobilize eden karakterinin ve dünya halklarıyla bu temelde geliştirdiği dayanışma ve ortak mücadele ağlarının kendisi bile Kürt meselesine uluslararası bir karakter kazandırıyor. Öcalan’ın demokratik modernite kuramının taşıdığı bu anti kapitalist karakter de tecrit politikalarının kapitalist modernite güçleriyle ilişkisini aydınlatmak açısından yeterli veriler sunmaktadır bizlere.    İmralı’daki tecridin belirli dönemlerde derinleştirilmesi ve özellikle bir demokratik ulus kongresi olarak inşa edilmek istenen Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) kuruluş arifesinde ve ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreçle birlikte Öcalan üzerinde mutlak tecrit uygulamalarının hayata geçirilmesi de tamamen bu gerçekle ilgili.    Özetle Öcalan, İmralı adasını politik direnişin ve kuruculuğun/inşacılığın merkezi yaptı. İmralı tecridinin hedefinde de öz itibariyle bu politik direniş ve kuruculuk vardır. Uluslararası güçlerin bölgesel gerici güçlere ve devletlere bu özgürlükçü çizgi karşısında fazlasıyla alan açmasının temelinde de bu gerçek yatıyor. Öcalan şahsında tecridin bu düzeyde derinleştirilmesi ve halklara dayatılması da bir nevi gericiliğe ve onun her türlü siyasal rejimine alan açma olarak değerlendirilmeli.     Bu bize İmralı Adası’nın aslında kapitalist modernite ve demokratik modernitenin çatışma alanı olduğunu mu gösterir?     Buradan hareketle İmralı tecridine karşı yürütülen mücadele, esasında bize ait olanın mücadelesidir, bizim mücadelemizdir; yoksa dışımızdaki birine ya da dışımızdaki bir düşünceye dair dayanışma duygularımızın ifadesi değildir.   Hem bu iki çizginin çatışma alanlarının merkezi hem de bu tespitten yola çıkarak iki çizgi arasındaki çatışmanın seyrinin ya da kaderinin de tayin edileceği bir merkez olarak görmek gerekiyor. Tecrit politikalarının sahipleri, Öcalan şahsında demokratik modernite etrafında kenetlenmiş, politik yol yürümek isteyen başta Kürt halkı olmak üzere tüm halkların demokrasi ve özgürlük iradesini kırmak istemektedir. Bilmektedirler ki İmralı adasındaki irade kırılırsa, Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki demokratik sosyalist mücadele ve Kürt halkının özgürlük mücadelesi önemli bir mevziisini kaybedecektir.    İmralı tecridine karşı durmak, tecridi boşa çıkarmak bu anlamda siper yoldaşlığının da bir gereğidir. Buradan hareketle İmralı tecridine karşı yürütülen mücadele, esasında bize ait olanın mücadelesidir, bizim mücadelemizdir; yoksa dışımızdaki birine ya da dışımızdaki bir düşünceye dair dayanışma duygularımızın ifadesi değildir.    Aslında İmralı tecrit ve işkence sistemine dair tekrarların, yetmezliklerin ya da açmazların nedenlerinden birisi de bu bakış açısıdır. Oysaki İmralı, zaman ve mekânın dışında değil, içindedir; yalındır, gerçektir. Mutlak tecrit politikasının bir amacı da Öcalan gerçeğini müphemleştirmek, zihinlerde bulanıklaştırmak ve toplumsal özgürlük mücadelesi ve sosyalist mücadelenin dışında bir yerde görmemizi sağlamaktı. Başka bir ifadeyle tecridin temel amacı, Öcalan’ın her türlü sistematik işkence ve baskı uygulamalarıyla egemen sistemin kıskacında tutulması; aynı oranda halkların, ezilenlerin mücadelesinden de koparılması, ona yabancı kılınmasıdır.    Buradan hareketle İmralı işkence sistemine karşıtlığı, halkların, emekçilerin ve ezilen tüm kimliklerin demokrasi ve özgürlük mücadelelerinin önemli odaklarından birisi haline getirebildiğimiz oranda hem toplumun hem de Öcalan üzerindeki tecrit son bulacaktır.   Tecridin kaldırılması için neden sürekli açlık grevi eylemlerine başvuruluyor?    Aslında açlık grevleri, az önce özeleştiri olarak da anlaşılması gereken tüm yetmezliklere dönük bir eleştiri ya da bir hakikati ifade etme biçimi olarak da değerlendirilebilir. Son yıllarda AKP-MHP iktidarının bütün muhalefeti ve toplumsal kesimleri tecrit altında tutmaya çalıştığı, aynı zamanda inşa edilen rejimin karakterinin faşizm olduğu tespitlerinde hemen hemen herkes ortaklaşıyor. İşte açlık grevleri, toplumsal muhalefetin bu gidişat karşısında yaşadığı açmazlara yönelik bir eleştirinin yanı sıra bu zayıflıkların aşılmasına dönük de bir devrimci öncülük hamlesi olarak değerlendirilebilir. Bu yönüyle açlık grevleri, sadece iktidara yönelik belirli talepler etrafında örgütlenmiş bir eylem olarak görülürse eksik kalınmış olur.    Belki de son yıllarda sadece hapishanelerdeki açlık grevleriyle birlikte İmralı mutlak tecridinin demokratik, yurtsever kamuoyunda bu düzeyde gündeme gelmesinin nedeni de budur. Açlık grevleri eylemlerinin başlamasıyla birlikte ortaya çıkan hareketliliği, eylemleri “tutsakların talepleri karşılansın”a indirgersek, yine bizim dışımızdaki bir davayla dayanışmanın ötesine geçememiş oluruz. Bu ötesine geçememiş hal, doğal olarak demokratik muhalefet sorumluluğunu da yerine getirememiş, yetmez bir hal olarak son yıllardaki tekrarların, çıkmazların da müsebbiplerinden birisi oluyor. Yani açlık grevleri olmazsa İmralı tecridi toplumun, örgütlü güçlerin gündeminde olmayacak mı?        İmralı tecridinin sadece tutukluların ve belirli bir kesimin sorunu olmadığını dile getirdiniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?       İçerde olanlar sadece “Öcalan’sız olmaz” demiyorlar, “Öcalan’ın fiziksel özgürlüğü mümkündür, buna inanıyoruz” diyorlar. Bu inanç özellikle açlık grevleri sürecinde dışarıya da sirayet ediyor ve belirli bir aşamadan sonra geniş kitlelerde imkânsız görünen şeyin mümkün olabileceğine dair bir inanç tazelenmesi, pekişmesini de beraberinde doğuruyor.   Az önce de belirttik; İmralı mutlak tecrit ile Kürt meselesinin bağını kurmayan, oradan da savaş politikaları ve savaş ekonomisinin yoksullukla, işsizlikle, açlıkla bağını kurmayan her yaklaşım ya ülkenin politik gerçekliğinden kopmuştur ya da kendinden bir kaçma halini, yılgınlığı yaşamaktadır.    Yılgınlık demişken, tecrit politikalarının bir başka başarı noktası da Öcalan’ın hiç İmralı’dan çıkmayacağına dair bir kanıksanmanın yerleşmesidir zihinlerde. Ama özellikle zindan direnişleri bu kanıksanmış hali de her defasında sarsmaktadır. İçerisi ve dışarısı arasındaki temel fark da budur diyebiliriz. İçerde olanlar sadece “Öcalan’sız olmaz” demiyorlar, “Öcalan’ın fiziksel özgürlüğü mümkündür, buna inanıyoruz” diyorlar. Bu inanç özellikle açlık grevleri sürecinde dışarıya da sirayet ediyor ve belirli bir aşamadan sonra geniş kitlelerde imkânsız görünen şeyin mümkün olabileceğine dair bir inanç tazelenmesi, pekişmesini de beraberinde doğuruyor. Özcesi açlık grevleri; “Öcalan’ın fiziksel özgürlüğüne olan inancın eylemleridir” de diyebiliriz.    İmralı kapıları kapanmamacasına açılacaksa da bahsettiğimiz bu inancın ve bilincin rehberliğinde olacak.    Peki açlık grevlerine destek eylemlerinde Öcalan’ın isminin dahi anılması istenmiyor. Yine Öcalan ile ilgili poster ve afişler “terörize” edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?    ‘Çöktürme Planı’ olarak devreye sokulan ve son yedi yıldır uygulamada olan tasfiye konseptinin bir parçası olarak yorumlamak gerek. Öncesi çözüm sürecinde milyonlara seslenen Öcalan’dan; fotoğraflarına, isminin geçmesine bile müsaade edilmeyen Öcalan’a gelmeyi, tek başına bir iktidar tutarsızlığı olarak değerlendiremeyiz. AKP-MHP iktidarının özel savaş araçlarının desteğiyle yürüttüğü bu tasfiye konseptinde dönemler arası kıyaslamalarda mevcut saldırı dalgasını göğüslemekte yeterli değil artık. Elbette ki teşhir vs. konularında başvurulabilecek bir yöntem olsa da gelinen aşamada bambaşka ve yepyeni bir durum var. Bu yeni süreçte her koldan Öcalan çizgisi hedef altındadır. Öcalan ile ilgili her alana adeta şu dayatılmaktadır: “ya ilişkinizi keseceksiniz ya da tasfiye olacaksınız.”    Rojova’da, Öcalan’ın demokratik ulus paradigmasının inşası söz konusudur ve Rojava özgürlük güçlerine Öcalan çizgisiyle bağlarını koparması dayatılmaktadır. Güney’de de aynı politika devrededir. Türkiye’de de farklı bir durum söz konusu değildir. Fikri kurucusu olduğu HDP, Öcalan üzerinden kriminalize edilmek isteniyor. Düşünceleri, önermeleri halklar içinde kök saldıkça ve yayıldıkça, Öcalan’ın halkların gözünden düşürülmesi, kriminalize edilmesi operasyonları da özünde uluslararası komplonun devamı niteliğinde operasyonlardır. Bu pencereden baktığımızda özellikle son günlerde şahit olduğumuz kitlesel tecrit eylemlerinde Öcalan ismine gösterilen tepkiyi sadece bir iki kişinin özel tahammülsüzlüğü olarak okuyamayız.    Kesintisiz ve değişik boyut ve derecelerde süregelen komplo siyasetinin temel amacı düşünsel, ideolojik ve politik olarak dışarda yürüyen toplumsal mücadelelerle Öcalan arasındaki bağı tamamen koparmaktır.    Bu koparılışa ve toplum üzerinde sistematik hale gelen baskılara karşı halkların tepkisini nasıl okuyorsunuz?    Geçmişte halklar lehine kazanılmış mevzi haline gelen her tarihsel deneyimle hesaplaşılmaktadır ve bu hesaplaşma üzerinden tekrarının yaşanmasına müsaade edilmeyeceğinin mesajları verilmektedir. Kobanê soruşturmasında da amaçlanan budur; tekrar bir Kobanê yaşanmamalıdır. Tecrit eylemlerindeki tavır da bununla alakalıdır; tekrar açlık grevi serhıldanları yaşanmamalıdır. İktidarın içine girdiği akıl tutulması tam da bu aşamada başlamaktadır. Ancak ıskaladıkları bir gerçek var. Baskı ne kadar sistematik ve ne kadar yüksek dozajlı olursa olsun, kitleler uzun süre bu halde tutulamazlar. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. İşte son günlerde Van, Batman yürüyüşleri ve Boğaziçi öğrencilerinin kayyum direnişi bunun ispatıdır.    “Zulümle ile abat olunmaz” sözünün çağrıştırdığı gibi ezilen halklar, emekçiler, kadınlar ve gençler aşağıya değil, daima başları dik bir şekilde özgür maviliklere baktılar, bakıyorlar ve bakacaklar.   MA / Naci Kaya