Kobanê Davası avukatı Bayraktar: Otopsi raporları faile götürür 2021-04-28 09:12:00   ANKARA - Kobanê eylemlerine dayanarak Kürt siyasetini baskılayan davanın idari, siyasi ve hukuksal bütünlüğüne dikkati çeken avukat Kazım Bayraktar, “Otopsi raporları bizi faile götürür. Failin tespitinden kaçıyorlar. Azmettiren ile fail arasında bir ilişki olmalı. İlliyet bağını kurulduğunda İçişleri Bakanlığı’na kadar çıkarsınız” dedi.    Kürt siyasetine yönelik baskının son versiyonuna 26 Nisan’da ilk duruşması görülen Kobanê Davası’nda yeni bir boyut kazandı. 28’i tutuklu 108 siyasetçinin binlerce yıl hapis istemiyle suçlandığı davanın konusu yapılan Kobanê eylemlerinin DAİŞ saldırısına karşı gelişen bir refleks olduğu dünya kamuoyu tarafından bilinen bir gerçek. Davanın avukatlarından Kazım Bayraktar, DAİŞ’in gerçekleştirdiği katliamların dava dosyalarında belge ve bilgilere işaret ederek, iktidarın gerçeği karartma peşinde olduğunu belirtti. Aynı zamanda DAİŞ’in yaptığı katliamlarda mağdurların avukatlığını yapan Bayraktar, bu davanın kapsamı Kürt siyasetiyle sınırlı olmadığını ve tüm muhalefete yönelik olduğunu dile getirdi.    12 Eylül Askeri Darbesi, 90’ların Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve AKP döneminin ağır ceza koridorlarında avukatlık yapan Kazım Bayraktar ile Kobanê Davası’nı konuştuk.    Avukatların salonu terk ettiği, usulün uygulanmadığı, sanıklara söz hakkı verilmediği, savunma olmadan iddianamenin okunduğu bir duruşma bitti. Bir ay sürmesi tahmin edilen duruşma neden bir hafta ertelendi?   Duruşmaya hazırlıklı gittik. Mahkeme heyeti de bizim hazırlıklarımızı tahmin etmiş ve onlar da hazırlıklı gelmişti. Hazırlıktan kastettiğim, davada psikolojik üstünlüğü kimin kuracağı. Duruşma başladığında davaya müdahil olanların tutanağa işlenmesine başladı. Biz iddianame okunmadan müvekkillerimizde Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’a söz verilmesini talep ettik fakat mahkeme usulü çiğneyerek direk iddianamenin okunmasına geçti. Yine duruşma salonuna giremeyen avukat arkadaşlarımızın durumunun tutanağa geçirilmesi isteği de aynı hukuksuzlukla devam etti. Avukat arkadaşlarımızın durumunu tutanağa geçirdiler ama bu sefer de avukatlarımız ile müvekkillerimizin ses kayıtları SEGBİS kayıtlarına girmedi. Bunun karşısında biz de mahkemeyi protesto ederek duruşmayı terk ettik. Bir süre sonra, mahkeme heyeti yaptığı işin farkına vardı ve işin nereye doğru gideceğin tahmin edince, bu sefer de geri adım attı. ‘Avukatlarınız isterlerse girebilirler’ dedi. Bir süre sonra biz tekrar duruşma salonuna doğru gidince polis kapıyı kapatarak engellemeye çalıştı. Avukatlar engeli zorlayınca mahkeme başkanı ‘bırakın girsinler’ demek zorunda kaldı. Devam eden süreçte, Demirtaş ve Yüksekdağ’ın gerekçelerini açıklayarak, reddi hakkim talebinde bulunmaları gerekiyordu ama reddi hakim talebini anında alması gereken mahkeme heyeti, buna da izin vermedi. Avukatlar bu sefer reddi hakkim talebini iletmek iste ancak ona da izin verilmeyerek iddianamenin okunmasına geçildi. Bizler de bu usul dışı uygulamaları protesto ederek, bir kez daha duruşmayı terk ettik. Bu süreç içerisinde mahkeme işine gelmediği noktalarda, müvekkillerimizin SEGBİS ses kayıtlarını kapatarak, engellemede bulundu. Duruşma bu şekilde akşama kadar sürdü. Sonunda da mahkeme reddi hakkim talebini açıklattırmadan avukatların taleplerinin reddine karar verdi. Müvekkillerimizin reddi hakkim talebini almak istedi fakat bu sefer de müvekkillerimiz reddi hâkim gerekçesini yazılı olarak ileteceğini, duruşmadaki gelişmelerden haberinin olmadığını beyan etti. Mahkeme reddi hakkim gerekçesini almak üzere mecbur kalarak duruşmayı erteledi.    Psikolojik üstünlüğe dönersek…    Mahkeme istediği psikolojik üstünlüğü kuramadı. Çok sayıda avukat katılımı vardı. Salonda protesto sesleri, alkış sesleriyle ciddi bir tepki gösterildi. Bu tepki karşısında mahkeme bir karşı hamle geliştiremediği için duruşmayı ertelemek zorunda kaldı. Mahkemenin yapmak istediği şey, Demirtaş ile Yüksekdağ’ın bu davanın hem hukuksal hem de siyasal arka planını teşhir etmesini engelleme çalıştı. Çünkü duruşmanın ilk gününde iki eş başkanın sözü kamuoyuna etkili olacaktı. Bunu engellemek istedi. Bunu da fiilen SEGBİS kayıtlarını kapatarak yaptı. Planlanan süreç içerisinde davanın bitme olasılığı iyice zayıfladı.     İkinci duruşmada ne bekliyorsunuz?   Önümüzdeki Pazartesi reddi hakkim talebinin son günü olacak. Eğer duruşma olursa, reddi hakim talebi sunulduğunda, dosyayı bir üst mahkemeye göndermek zorunda. Heyet duruşmayı yine ertelemek zorunda kalacak.     Tutukluluğu devam ettirenlere yönelik ‘yasa dışı alı koyma’ suçundan dava açılabilecek suç işleniyor. Suça sürüklenen hâkim ve savcılar söz konusu.   Davanın niteliğiyle ilgili sonraki duruşmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?   Bu dava gayri meşru bir davadır. İçeriğinden tutun da hazırlanma sürecine kadar tam kanunsuzluk hakim. Türkiye Anayasası’nın 90’ıncı maddesinden hareketle, Türkiye’yi kesin bir şekilde bağlayan AİHM Büyük Dairesi kararı karşısında hala tutukluluğun devamı olması aslında tutukluluk değil, tutsaklığa dönüşmüş durumda. Tutukluluğu devam ettirenlere yönelik ‘yasa dışı alı koyma’ suçundan dava açılabilecek suç işleniyor. Suça sürüklenen hâkim ve savcılar söz konusu. Şimdi bu AKP ile Fethullah Gülen arasındaki ittifak sürecinde Ergenekon’u yargılayan hukuksuz işler yapan hakimler savcılar vardı. O süreçteki hâkim, savcı, polis, emniyet yöneticileri sürüklendikleri suçtan dolayı şimdi cezaevindeler. Şimdi de suça sürükleniyorlar. Biz onu ifade etmeye çalışacağız. Yargılamanıza neden olacak bir şey yapıyorsunuz diyeceğiz. Bir yanıyla da aslında aktif bir savunma ya da karşı saldırı içeren hukuksal bir pozisyonda olacağız. Biz yargılanmayacağız, suçlayacağız. Yukarıdan doğru bu sürecin örgüsünde rol alanları suçlayacağız. Onlar Kobanê diyorlar, biz de IŞİD diyeceğiz.   Tepki toplayan heyet, Ankara 22’nci Ağır Ceza Mahkemesi’ne ikinci bir heyetin atanmasıyla, özel statüye kavuşturuldu ve sadece Kobanê Davası’na bakacak duruma getirildi. Bu uygulamayı nasıl değerlendirmek gerek?   Hukukta doğal yargıç ilkesinin ihlali yaşanıyor. Davaya göre hâkim, davaya göre savcı tayin ediliyor. Soruşturma sürecindeki bazı savcıların görevde alınıp, yerine başka bir savcının getirilmesi ki o savcının çok açık bir şekilde MHP kökenli bir savcı olduğu daha sonra tarafımızca anlaşıldı. Bu tür atamalar; davaya yönelik, davanın sanıklarına yönelik yargılama yapmak üzere doğal yargıç ilkesiyle bağdaşmayan şeyler. Bu işin küçük parçası.   Asıl büyük parçası var ki o da son yıllarda tam olarak pekiştirildi. Zaten tümüyle Türkiye’deki yargı erki yüksek mahkemesiyle, yerel mahkemeleri dahil tüm yargı kurumu, doğal yargıç ilkesinden tamamen çıkartılmıştır. Yani yargıda kalem memurlarına kadar hepsi yürütme tarafından bir gece de yeri değiştirilebilecek şekilde ayarlandı. Yasalar ona göre düzenlendi. 2010 Anayasa değişikliğiyle bu yapıldı ve bugüne kadar getirildi. Tümüyle yargı iktidara bağımlı hale getirildiği için, bu çerçevenin içerisinde de böyle bir atanmanın yapılması çok zor bir şey değildi. Bu mahkemede şu anda davaya bakan heyetin başka işleri de var. O mahkeme de bir sürü iş var. O heyet, bu davaya bakmaya devam etsin diye önceden belirlenmiş işlerini devam ettirecek. Yeni bir kadro takviyesi atandı. O hakimler o mahkemenin diğer işlerini yapacaklar. Bu heyet daha önce hapsedildiği şekilde bu davaya devam edecek ve tüm işi gücü bu davayla ilgilenmek olacak. İşte bu doğal yargıç ilkesinin ihlal eden durumlardan birisi. Bu süreçte bir yargıç sadece bir davada görev yapmaz.      Sulh ceza hakimleri özel olarak ayarlanıyor. Savcılar özel olarak ayarlanıyor. Belli hedeflere yönelik belli hâkim ve savcıları tayin edilmesi olayı var.   Yeni bir uygulama dan mı bahsediyorsunuz?    Bu kadar çıplak haliyle yeni bir uygulama. Yani bir heyet sadece bir işe tahsis edilmiş durumda. Buna benzer uygulamalar DGM döneminde de şöyle yapılırdı: Belli bir devlet güvenlik mahkemesinin işlerine belli davalar gönderilirdi. Tek dava değil ama diğer davalarda ona gönderilmeyerek yükü belli bir davaya doğru hafifletilirdi. Bu şekilde taktikler de uygulanırdı ama şimdi bir önemli siyasi operasyon mu yapılacak, o operasyonun yapılacağı süreçte sulh ceza hakimleri özel olarak ayarlanıyor. Savcılar özel olarak ayarlanıyor. Belli hedeflere yönelik belli hâkim ve savcıları tayin edilmesi olayı var. Bunlar yaygın hale geldi ama şu dava da şu heyetin sadece bu işe tahin edilmesi tabii ki çok ender rastlanan hadiselerden biridir.   İddianameye dair çok şey yazıldı, çizildi ve söz konusu davaya farklı isimler konuldu. Tüm bu gelişmelere bakarak, siz bu davayı nasıl adlandırıyorsunuz?   Bu bir kumpas davası olarak da adlandırılabilir ama bu dava bildiğimiz dava olma özelliklerine sahip değil. Sadece bir araç olarak bir dava. Bu dava giderek ivme kazanan Kürt siyasetinin tasfiyesine yönelik stratejinin ürünü olarak ortaya çıktı. Yani bu dava asıl itibariyle Kürt siyasi hareketinin bugün geldiği mevzilerde geriye ittirmek hatta giderek ortadan kaldırmayı hedefliyor.  Bu dava aynı zamanda HDP’nin merkezi olarak her alanda işlevsizleştirmesi için yürütülen bir dava. Yani bir taraftan kapatma davası yürüyor ama diğer taraftan kapatma davası ayrı bir politik sonuca yol açacağı için, henüz o konuda iktidar ortaklıkları arasında bir düşünce birliği de sağlanamadığı için, HDP’yi tümüyle işlevsizleştirmek için yürütülen en merkezi davadır.   Davanın hedefinde Kürt siyasal hareketinin tasfiyesi mi var?   Bu dava sadece Kürtlere yönelik değil, yasal alanda siyasal muhaliflere izin vermeme anlamı da taşıyor. Bu sistem içerisinde Kürt hareketini ve Kürt hareketiyle şu veya bu şekilde ilişkilenmiş diğer sol düşüncenin siyasetinin yaşamasına izin verilmeyeceğinin mesajını içeren bir dava. Tabii davanın içeriğine baktığımızda, sahte delillerden tutun, hilekarlıklara kadar birçok cambazlık söz konusu. Bu yanıyla baktığımızda da bir kumpas davasıdır. Çünkü HDP salt bir Kürt hareketi olarak çıkmıyor. HDP, 7 Haziran seçimlerinde ve sonraki süreçte giderek batıdaki kesimlerden ve diğer sol kesimlerden oy almaya başladı. Giderek Türkiye partisi olmaya dönük adımlar attığını iktidar başta olmak üzere herkes gördü. HDP faşizme karşı geniş bir birlikteliğin sağlanması yönünde dinamik oluşturmaya da başladı.  İktidar bu tehlikeyi bertaraf etmek için HDP’yi hem kriminalize ediyor hem de diğer tüm müttefiklerini ve onu destekleyenleri parçalama, bölme, bulundukları alanlarda tasfiye etmeyi istiyor.    Geçmiş yıllara dayanarak söyleyeceğim. Siyasi-ekonomik anlamda, devletin tüm kurumlarının, yargının, yürütmenin ve yasamanın tek bir merkezden yönetilmesine dönük bir merkezileşme söz konusu. Merkezileşme sürecinin önünde Kürt siyasi hareketi, HDP ve diğer devrimci-sol kesimler, işçi sınıfı, emekçi kesimler ve kadınlar engeldir. Bunların tüm yasal örgütlenmelerine dönük bir tasfiye hareketi söz konusu. Bu tümüyle bir faşist diktatörlük biçimini oluşturuyor. Yani 2023’e doğru giderken, faşizm adım adım bugüne kadar yaptığını daha da pekiştirerek merkezileşmeyi, diktatörlüğü tüm muhalif kesimlerini tasfiyeyi adım adım sürdürmeye devam edecek. Bu dava o adımlardan birisini oluşturuyor.      Bunlarda biri de Kobanê protestoları. İktidar o protesto sürecinde meşru ve gayri meşru araçlarını kullanarak, çok sayıda insanın ölümüne sebep oldu. Doğrudan bu ölümlerin sorumlusu iktidardır.   Bahsettiğiniz merkezîleşmeyi yürütenlerin Kobanê ile nasıl bir sorunu var?   Bunun temel nedenlerinden biri şudur: Suriye’de ilk halk hareketi başladığında batılı emperyalistler belli planlar geliştirdi ve daha önce Ortadoğu ve Asya’da kullandıkları selefi çeteleri silahlandırarak, Suriye’de mevzi elde etmeye çalıştılar. İktidar ortakları da kendilerine bir pay hesap ederek, çetelerin kullanılmasında batı ile ortak hareket etti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Sonrasın batının stratejisi belli değişiklikler arz etti ancak AKP özellikle selefi çeteler olan IŞİD, El Kaide ve benzeri çeteleri Kürt hareketinin Suriye’deki tasfiyesi için kullanmak üzere elinde tuttu. Tam da IŞİD’in hareketlendiği, Kobanê’ye doğru saldırılarını artırdığı o süreçte, AKP, IŞİD ve ÖSO adı altındaki çetelerle öyle sıkı bir iş birliğine girdi ki, bu süreçte önünde sadece Kürt hareketi durdu. Kürt hareketi karşısında yenildiler. Tabii ki, bu yenilginin bir karşılığı olmalıydı. Bu karşılığı Kürt hareketine ödetmek üzere birçok taktik uyguladılar. Bunlarda biri de Kobanê protestoları. İktidar o protesto sürecinde meşru ve gayri meşru araçlarını kullanarak, çok sayıda insanın ölümüne sebep oldu. Doğrudan bu ölümlerin sorumlusu iktidardır. Fakat bunu ve algıyı da tersine çevirmek ve olabildiği kadar kayıpları da tersine çevirmek amacıyla, kendi suçlu olduğu bir konuda Kürt hareketini, Kürt siyasetçilerini ve HDP’yi suçlamayı daha uygun gördü. O anlamda da hem HDP’nin tasfiyesi hem de Kobanê katliamlarının faturasını yüklemek üzere bu davayı araç olarak kullandı. Kobanê Davası, muhalefetin tasfiye hareketi olarak kullanıldı ama örtüyü kaldırdığımızda, AKP’nin IŞİD ve selefi çeteleriyle ittifakı ve Türkiye’de gerçekleştirdiği katliamların üstünün örtme amacını doğrudan göreceğiz.     DAİŞ’in Türkiye’de gerçekleştirdiği birçok katliama dair açılan davada, avukatlık yaptınız. Tespitinizi bu dosyalara bakarak mı söylüyorsunuz?   6-8 Ekim sürecinde Kobanê protestoları bahane ediliyor ama bunun öncesi ve sonrası var. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri sürecinde dava dosyalarına baktığımızda, AKP ve iktidar ortaklarının, IŞİD ve benzeri selefi çetelerin Türkiye üzerindeki yapılanmalarının önünü açtıklarını görüyoruz. 10 Ekim Ankara Gar Katliamı, Suruç Katliamı, 5 Haziran Katliamı ve diğer IŞİD katliamlarının yargılamaları sırasında öyle belgelerle, dosyalarla karşılaştık ki, meğer Kobanê süreci aynı zamanda Türkiye’deki iktidar odağı ile IŞİD ittifakının sahada gerçekleştiği bir süreçmiş.   Dosyalarda dikkati çeken bir örnek paylaşır mısınız?    9 Ağustos 2012 tarihinde Antep’teki emniyet ve istihbarat kurumlarının önde gelenleri, El Kaide kökenli bazı isimlerin takibi için bir tutanak imzalıyorlar. Bu tutanaktan takip edilmesi gereken kişilerin isimleri var. Bu isimler daha sonra katliamı gerçekleştirecek olan isimler. Bu isimlerin takiplerine karar veriliyor ve tutanak düzenleniyor. Bu tutanak doğrultunda 2012 yılı 44540 sayılı soruşturma dosyası hazırlanıyor. 2014 yılına kadar soruşturma dosyasında daha sonra IŞİD’li olacak bu El Kaide kökenli şahısların takipleri yapılıyor. 2014-2015 yıllarında iktidar politikaları, takip edilen kişilerin dernek, vakıf, banka hesapları açmalarına engel olmuyor. Aynı zamanda bu dernek ve vakıf çalışmalarını daha sonra katliamları yapanlar üstleniyor. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 80’den fazla takip kararı var.    2014-2015 yılına geldiğimizde, dosyaya baktığımızda, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından İlhami Ballı başta olmak üzere birçok ismin takip edildiğine şahitlik ettik. Konuşmaları kayıt altına alınıyor. Şimdi konuşmalarının takip altına alınması için mahkeme kararının olması lazım. Fakat 2015 Şubat ayına geldiğimizde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı nedendir bilinmez, İlhami Balı’nın konuşmalarının kayda alınması kararını iptal ediyor ve alınmış kayıtların da imhasına karar veriyor. Sonradan ortaya çıktı ki İlhami Balı, o katliamları yapanların Türkiye’ye gelip gitmeleri, ‘cihatçı otobanı’ dediğimiz yolun organize edilmesi konusunda konuşmalar yapıyor. Türkiye’den bazı IŞİD elemanlarıyla sürekli telefon görüşmeleri yaparak ve randevu yerleri belirleyerek bunu yapıyor.   İlhami Ballı’nın MİT ile ilişkisi olduğuna dair daha sonra basında haberler çıktı. Arka planında bunu doğrulayan bazı olaylar da gelişti. Tüm bunlara baktığımızda 2014 sonu ve 2015 seçimlere doğru giderken, Kobanê protestoları olmuş ve tam bu süreç içerisinde dosyalara baktığımızda bir de görüyoruz ki, IŞİD çetelerinin takibi söz konusu ama farklı bir politikayla. Politika şöyle; takip et, kaydet ama dokunma. Dokunmuyorlar. Zaman zaman göstermelik, abartılı operasyonlar yapıyorlar ama asıl bu isimlerin etkisiz hale getirilmesine dönük operasyon yapılmıyor. Bu isimler 2015 yılının başlarından itibaren Antep’te hücre yapılanmalarını geliştiriyorlar, bomba malzemelerini de hazırlıyorlar. 7 Haziran seçimlerine doğru giderken, Kobanê üzerinden gelişen bu iktidar muhalefet çatışması sürecinde, iktidarın işbirliği de giderek gelişiyor. Seçimlere yaklaşırken, IŞİD’in Türkiye’de kaos ve korku yaratma aracı olarak kullanılmasına dair politikanın nasıl adım adım gerçekleştiğini, dosyalardan gördük. 5 Haziran Katliamı ile başladı. Demirtaş kürsüde, HDP miting yapıyor ve İlhamı Ballı’nın gönderdiği katil 5 Haziran Diyarbakır Katliamı’nı gerçekleştiriyor. Bu tesadüf değil. Orhan Gönder isimli bu katili devletin kayıt ve takibi altında katliamı gerçekleştirdiğini biz dosyadaki kayıtlardan artık anlayabiliyoruz.    10 Ekim Katliamı’nı hazırlayan katiller amonyum nitrat alınırken de takip edilmişler.  Ankara Valiliği canlı bombaların Ankara’ya geleceği gece, tüm sınırlardaki kontrolleri kaldırma emri veriyor. Kobanê, Türkiye’de IŞİD ile iktidar odakları arasındaki ilişkinin çok açık bir şekilde geliştiği süreçtir. Birbirinden bağımsız ele almamak gerekiyor. Muhalefetin tasfiyesine yönelik soruşturmalar ve tutuklamalarda, Kobanê adının kullanılmasının asıl amacı bu suçlarının üstünü örtüp, tersine çevirmektir.     Otopsi raporları bizi faile doğru götürür. Failin tespitinden kaçıyorlar. Failin tespitinden kaçıp, şunu iddia ediyorlar: ‘HDP’nin yöneticileri çağrı yaptı, onlar azmettirdi.’   HDP’li siyasetçiler 37 kişinin ölümünden sorumlu tutuluyor ancak dosyada ölen kişilerin Adli Tıp Kurumu’ndan alınan raporlara dahi yer verilmediği ortaya çıktı. İsnat edilen suçlamalarda illiyet bağı olmadığı hukukçular tarafından dillendirildi. Ağır ceza konusu olan “kasten öldürmeye teşebbüs” suçlamasını bir şahsa, kuruma yönlendirebilmek için yeterli deliler Kobanê Dava dosyasında var mı?   İnsan öldürme, yaralama ya da bir mala zarar vermek gibi -bir yanda da adli nitelikte olabilen- fiillerin yargılaması söz konusu olduğunda, fail-delil arasında illiyet bağının kurulması gerekir. Kimin yaptığı, yaptığına dair kanıtlar, kanıtların maddi olarak ortaya konulması lazım. Salt afaki, değişebilen, bırakın gizli tanıkları, sadece tanık ifadeleriyle de yeterli olmaz. Bir cinayet söz konusu olduğunda, iki tane tanık ifadesiyle ‘bu cinayeti bu adam işlemiştir’, ‘bu cinayet şöyle işlenmiştir’ denilemez. Hukuksal süreç böyle işlemez. Bu kadar insanı öldüren kimdi? Devlet bunun soruşturmasını yapmıyor. Sadece ölümlerin maddi kanıtlarından işine gelenleri topluyorlar. Bunları bile eksik topluyor. Ortada otopsi raporu yok. Belki de o otopsi raporlarında, ölümlere neden olan araçlar, devleti işaret edebilir. Belki de kim bilir bir insanın vücudundan çıkacak o mermi bir polisin silahından çıkmıştır. Bunlar araştırılmamış. Otopsi raporları bizi faile doğru götürür. Failin tespitinden kaçıyorlar. Failin tespitinden kaçıp, şunu iddia ediyorlar: ‘HDP’nin yöneticileri çağrı yaptı, onlar azmettirdi.’   Bu tür olaylarda azmettirme suçu vardır fakat azmettiren faili harekete geçirmeli. Azmettiren ile fail arasında bir ilişki olmalı. O ilişkiyi ortaya koyman gerekir. Demirtaş, HDP yönetimi ya da MYK kararı vermiş ve IŞİD katliamları protestoya çağırmış. Sen diyorsun ki ‘işte bunlar azmettirmiş.’ Bu siyasetten bir suçlamadır ama hukuken böyle yapamazsın. İlliyet bağını gerçek anlamda kurmaya kalktığınızda delillerden doğru yola çıkarsınız. İçişleri Bakanlığına kadar çıkarsınız. Çünkü güvenliği sağlamakla görevli olan İçişleri Bakanlığı ve istihbarat güvenlik kurumlarıdır. Bu olaylar sırasında hangi pozisyondaydılar? Hangisi nerede ve neyi yapıyordu. Bunları araştırmak gerekiyor. Bunları araştırmamak için böylesine afaki, çarptırılmış suçlamalarla kütük gibi bir iddianame hazırlayıp getirdiler. Bu olayın hukuksal süreçle bir alakası yok. Bu bir saçmalık. Baktığınızda ölenlerin 27’si HDP üyesi. HDP’liler kendi kendilerini mi öldürdü?   İlerleyen süreçte, Kobanê Davası’nın gizli tanıklar üzerinden yürütüleceği belirtiliyor. İddianamede birçok gizli ve açık tanık beyanlarda bulunurken, ifadelerin alınma şekillerinden beyanlarına kadar çelişkiler ortaya çıktı…   Adil ve demokratik bir yargılamadan bahsedeceksek gizli tanık diye bir şey olmaz. Tanığın ifadelerinden dolayı güvenliğinin risk altına gireceğini düşünüyorsanız, koruma altına alırsınız ama sonuçta bir şeyi engelleyemezsiniz. Bu tanık bir kere taraflarca sorgulanabilmeli. İkincisi, tanıklar ifade verirken yorumlarına değil, maddi olarak gördüğü olayı zaman ve mekanıyla anlatabilmeli. Afaki, duyduklarını söyleyen, yorum yapan değil. Bu dosyadaki tanıkların ifadelerine baktığınızda böyle bir şey yok. Kendileri yok orda. Ha bire suçluyorlar. ‘Demirtaş şuradan gitti, talimat aldı, geldi’ gibi. O zaman soruyoruz; yanında mıydın? Hangi mekânda yaptı? Kimler vardı o sırada? Tarih, saat belli mi? Öyle bir şey yok.    Yöntem ve uygulamayı köken açısından nereye bağlıyorsunuz?    Türkiye tarihinde yeni değil. Daha önce Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde, 12 Eylül Darbesi döneminde yaşandı. İsmi gizli tanık değildi ama ‘itirafçı tanık’ ve benzeri ifadeler kullanılıyordu. Şimdi meşrulaştırıldı. Uygulama öyle bir hale geldi ki sürekli iktidar odaklarına karşı kullanıldı. Bu gizli tanık gibi Ergenekon dediğimiz kesimde kullanıldı. AKP’nin yaptığı ittifaklar sonrasında cemaate karşı FETÖ davalarında kullanılıyor. Kirli, gayrimeşru dediğimiz dillendirme yöntemi olarak birbirlerine karşı da kullandılar. Gizli tanık delil değildir, tezgâh ve her türlü hilekarlığın döndüğü davalarda kullanılır. Aslıdan bu bir anlamda ‘Ben maddi kanıt bulamıyorum ama seni de mahkûm etmek istiyorum’ demektir. Maddi kanıt bulamadıklarının ifşası, isnat edilen suçlamaların olmadığının kanıtıdır. HDP’ye ve sanık olarak gösterilen kişilere bu suçlamaların yönetilemeyeceğinin göstergesidir.     Aslında bu davanın gizli sanığı Erdoğan’dır. Eğer ki çözüm sürecindeki açıklamalar, yaptıkları görüşmeler burada iddianameye suç olarak getiriliyorsa, bu görüşmeler belgeleriyle de sabit.     Dosyada MİT’ten Başbakanlığa, Adalet Bakanlığı’ndan İçişleri Bakanlığı’na birçok taraf yer alıyor. Dönemin Başbakanı, İçişleri Bakanı eylemler sırasında HDP ile temas halinde. Bunu Demirtaş yargılandığı 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde anlattı. Sırrı Süreyya Önder’de savcılık ifadesinde dile getirdi. Bu dosya kapsamında bir yargılama olacaksa “şüpheli” olarak neden HDP’liler seçildi? Bir suç varsa “suçlularla” temas halinde olanların da sorumluluğu yok mu?   Kuşkusuz var. Şimdi burada HDP’ye yönelik soruşturma ve davalarda AKP’nin kendi inisiyatifinde olması için gösterdiği çabanın bir nedeni var. AKP çözüm süreci boyunca tam da bu dosyalarda HDP’nin,  Demirtaş’ın suçlandığı Kandil ile irtibat, PKK ile irtibat benzeri şekildeki suçlamalar konusunda AKP kendi inisiyatifi altında olsa farklı yapar, MHP farkı yapar. Tabii bu süreç içerisinde ikisi de bu davalarda inisiyatif konusunda bir gerilim yaşıyorlar. Ve biz şunu çok açık bir şekilde görüyoruz. Aslında bu davanın gizli sanığı Erdoğan’dır. Eğer ki çözüm sürecindeki açıklamalar, yaptıkları görüşmeler burada iddianameye suç olarak getiriliyorsa, bu görüşmeler belgeleriyle de sabit.  İktidarın belirlediği yetkili kurumların ve yöneticilerin onayı ile yapıldı. Onlar bu işin farkındaydı. Çözüm sürecinde koydukları taktiklerin ilerleyebilmesi için bu görüşmelerin yapılması gerekiyordu. Kandil ile Demirtaş’ın ve diğer vekillerin görüşme süreçleri de ortada. Hepsi izin alarak gidiyor. Yani orada izlenen politika suç teşkil etmemesi için 6551 Sayılı Yasa çıkartılmış. Ama şimdi bu dava ve soruşturmalardaki iddianamelere ve bazı fezlekelere baktığımızda MHP ile AKP arasında bir sürtüşmeye neden olabilecek suçlama tipleri söz konusu.   En nihayetinde AKP’li Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan tarafından 5 Haziran 2020'de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na atana Bekir Şahin’in HDP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne açtığı dava yine çoğunluğu Cumhurbaşkanı tarafından atanan AYM üyeleri tarafından “Eylemler ile partinin eylemlerin odağı haline gelmesi arasındaki ilişki kurulmadığı” beyanı ile geri gönderildi. AKP- MHP çelişkisi gibi görenler oldu. Sizce burada amaçlanan şey nedir?   Kürt siyasetinin tasfiyesi, HDP’nin tasfiyesi konusunda aslına her iki güç hemfikir. Fakat ne zaman ne şekilde ve nereye kadar olacağı konusunda her birinin kendi siyasi çıkar hesapları doğrultusunda farklılıklar var. Bahçeli son aylarda sürekli HDP’nin kapatılması konusunda bağırıp duruyor. Bunu çok sıkı bir dayatma haline getirdi. Şimdi AKP’nin de MHP’ye ihtiyacı var. Aslında MHP’nin de AKP’ye ihtiyacı var. Fakat bu ihtiyaç meselesinde bir çıkar çatışması söz konusu. Bence AKP şunu yaptı. ‘Tamam kapatılsın ve yargı süreci işlensin’. Yargı sürecine bıraktı dava açıldı. Fakat taktik içinde taktikler var. Anayasa Mahkemesi’ne bu davayı açarak MHP’nin ateşini soğumasını istedi. Fakat arkasında Anayasa Mahkemesi raportörü ve tabii diğer üyeleri de oy birliği ile iddianamenin iadesine karar verdi. Şimdi bu bir süreci siyasal konjektürel süreçten kaynaklı olarak oyalama süreci olarak da değerlendiriyorum. AKP bir taraftan MHP’ye yaranıyor ama diğer taraftan da ‘Ne yapayım iddianame geri gönderildi’ diyor. AKP süreci uzatma, MHP dayatma peşinde. Bu itiş kalkıl devam ediyor şu süreçte. Fakat bu iadenin gerekçeleri arasında önemli olan bir nokta var. İlliyet bağına işaret ediliyor. Demin bahsettiğimiz bu ölüm yaralama ve benzeri olaylarla HDP’nin politikası, kararları ve açıklamaları arasında bir illiyet bağı kurulması ve bunun açıklanması gerekir diye bir gerekçe var. Bu gerekçe aslında tam da İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesinin işaret ettiği bir gerekçe. Hem onunla uyuşmuş oluyor hem de süreci rölantiye bırakmak için bir gerekçe oluyor. Yeniden hazırlanması oldukça zor diye düşünüyorum. Çünkü bu gerekçe ile şuna da işaret edilmiş oldu. Bu gerekçe ile devam ederse; kapatma kararı verilemez. Ama şimdi Türkiye’deki siyasal konjonktür çok hızlı ilerliyor. Bu süreçte yeniden iddianame düzenlenip, yargılama başlayıp karar verileceği günler de Türkiye’nin siyasal konjonktürü ne olur şimdiden kestirmek mümkün olmadığı için sonucunun ne olacağı konusunda kesin bir şey söylemek doğru olmaz.   MA / Selman Güzelyüz