Öcalan'ın ilk avukatlarından Keskin 'Çok acayip' dediği o günleri anlattı

img

İSTANBUL - PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatı olmanın Kürt halkının avukatlığını yapmak olduğunu belirten Eren Keskin, “Biz o süreçte 6 ay evlerimize gidemedik. Bizi öldürmek için evimizin önünde bekliyorlardı. Çok acayip günlerdi” dedi. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan, 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye'den çıktıktan sonra 15 Şubat 1999’da uluslararası güçlerin organize ettiği bir komplo sonucu Türkiye getirildi. Hızlıca açılan dava sonucu Öcalan’ın yargılanmasına 31 Mayıs 1999’da başlandı, dava Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) tarafından 29 Haziran’da sonuçlandırıldı. Avrupa Birliği (AB) uyum yasaları çerçevesinde TCK’de yer alan idam cezasının kaldırılmasıyla Öcalan’a verilen ceza da ağırlaştırılmış müebbette çevrildi. 
 
Öcalan’ın komplo ile Türkiye’ye getirilmesi büyük protestolara neden olurken, Türkiye’de protestolar düzenleyen Kürtler ile Öcalan’ın avukatları, linç girişimlerine maruz kaldı. Binlerce kişi gözaltına alınıp tutuklanırken, Öcalan’ın ilk avukatları da birçok kez saldırıya uğradı, yazılı ve görsel medya tarafından hedef gösterildi.    
  
Baskı, şiddet ve ölüm tehditlerinin doruk noktasının yaşandığı o dönemde Öcalan’ın avukatlığını üstlenen avukatlardan birisi de dönemin İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkan Yardımcısı Eren Keskin oldu. Öcalan’ın avukatlığını üstlendiği için birçok defa ölümle tehdit edilen Keskin’e, Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği dönemde hukukçuların yaşadıkları zorlukları sorduk.
 
 Öcalan’ın yargılanma sürecine geçmeden önce geliştirilen komploya hukuksal çerçevede bakmakta fayda var. Komplo örülürken birçok ülkeye iltica talebinde bulunan Öcalan’ın başvurusu kabul edilmedi ve kaçırılarak Türkiye’ye getirildi. Uluslararası güçlerin, Öcalan şahsında uluslararası sözleşmeleri ihlal eden bu yaklaşımını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
 
 Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi, gözaltına alınış şekli, gözaltında yaşananlar ve ardından tutuklanması hepsi hukuksuz bir şekilde yapıldı. Tutuklanması sonrası hem avukatların hem de kendisinin yaşadıkları da tamamen iç hukuka aykırıydı.
 
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir; Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi, Türkiye’nin yaptığı bir operasyon sonucu değildi. Uluslararası bir çalışma ve komploydu. Aslında Öcalan’ın Türkiye’ye iade edilmesinin mümkün olmaması gereken bir kişiydi. Çünkü Türkiye’ye iade edildiğinde zaten gözaltına alınacağı, işkence göreceği, hatta idam edilebileceği tehlikesi vardı. Bunun için uluslararası hukuka göre, normalde iade edilmemesi gereken bir kişiydi. Ama bir şekilde Türkiye’ye iade edildi. Bu yaşananlar iade edildi biçiminde de olmadı. ‘Burada, gelin alın’ dendi ve Türkiye gitti aldı.
 
Bu durum en başından itibaren hem uluslar arası hukukun hem de Türkiye’nin kendi iç hukukunun ihlali söz konusuydu. Yani Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi, gözaltına alınış şekli, gözaltında yaşananlar ve ardından tutuklanması hepsi hukuksuz bir şekilde yapıldı. Tutuklanması sonrası hem avukatların hem de kendisinin yaşadıkları da tamamen iç hukuka aykırıydı.
 
 Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra avukatlığını üstlenen ilk kişilerden birisiniz. Öcalan’ın avukatlığını üstlendikten sonra neler yaşadınız? Biraz o süreci ve yaşananları anlatabilir misiniz?
 
O süreçte biz bir grup avukat Medet Serhat’ın liderliğinde yıllardır bir araya gelir toplantılar yapardık. Yani bir Kürt avukatlar grubu oluşmuştu. Hakları ihlal edilen, tutuklanan Kürtlerin hangi kesimden olursa olsun, çoğunluğu PKK ile ilgili olan davalara Kürt avukatlar olarak giriyorduk. Bundan dolayı Öcalan’ın Türkiye’ye ilk getirildiği andan itibaren basın tarafından aranıyorduk. “Siz Öcalan’ın avukatı mısınız? Ne zaman avukatı olduğunuzu açıklayacaksınız?” diye soruyorlardı. Tabi o günler, çok korkunç günlerdi. İnsanlar sokaklarda katlediliyor, saldırılar yaşanıyor. Öcalan getirildikten sonra avukatlar olarak ne yapılacağını herkes kendisi düşünüyor ama bir araya gelip konuşamıyorduk. Dediğim gibi çok başka bir ortam vardı.
 
 Peki siz davayı nasıl üstlendiniz?
 
Öcalan’ın getirilişinin 5’inci günün akşamında Osman Baydemir beni aradı. O zaman ikimiz de İHD Genel Başkan yardımcılığı görevini yürütüyorduk. “Nerede buluşalım” diye konuştuk. Kimse ne için buluştuğumuzu anlamasın diye çok lüks bir restoran seçtik ve oraya gittik. Komik bir durumdu, çünkü gittiğimiz yer sosyetenin gittiği bir yer. Orada kimse bizi tanımaz diye buluşup bu konuyu konuşuyoruz.
 
Osman Baydemir’le nasıl bir konuşma geçti aranızda?
 
Aslında hiç açık bir şey konuşmadık. Sadece Osman “Var mısın?” diye sordu. Bende “Varım” dedim. Bu kadar. Ondan sonra ne yapacağımızı konuştuk. Arkadaşları Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı’nda (TOHAV) toplantıya çağırmayı kararlaştırdık. İlk olarak 12 avukat bir araya geldik. Bazı avukatlar önce çekincelerini sundular. “Nasıl olur, nasıl yaparız” şeklinde konuşmalar oldu. Ama daha sonra sayımız giderek çoğaldı. Ertesi günü Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) gittik. O tarihlerde Ahmet Zeki Okçuoğlu vardı. Ahmet daha muhalif bir çizgide duran Kürt bir avukattı. O “Ben de bu savunmaya katılacağım” deyince biz Osman’la çok sevindik. Çünkü bize zaten çok saldıracaklarını biliyorduk. Onun için Ahmet’i sözcü yaptık. Ardından ben, Ahmet ve Osman Baydemir savcının odasına gittik, “Öcalan’ın avukatlarıyız ve kendisiyle görüşmek istiyoruz” dedik.
 
Savcı ne yaptı?
 
Savcı bu duruma o kadar sinirlendi ki. Neredeyse koltuktan düşüyordu. “Bu nasıl cesaret. Nasıl onun avukatıyım” diye gelebiliyorsunuz gibisinden nefretle bize baktı. Ardından ayağa kalktı ve odanın içerisinde yürüdü. Sonra “tamam” dedi ve verdiğimiz dilekçeyi Ankara DGM’ye havale etti. Böylece başlamış olduk.
 
 Davayı aldıktan sonra ne tür baskılarla karşılaştınız?
 
 
 Biz o süreçte 6 ay evlerimize gidemedik. Bizi öldürmek için evimizin önünde bekliyorlardı. Evime boydan boya Türk bayrakları asıldı. Yani çok acayip günlerdi. Mesela sokakta yürürken saldırıyorlardı.
 
Biz o süreçte 6 ay evlerimize gidemedik. Bizi öldürmek için evimizin önünde bekliyorlardı. Evime boydan boya Türk bayrakları asıldı. Yani çok acayip günlerdi. Mesela sokakta yürürken saldırıyorlardı. Polisler, avukatları toplu olarak Ankara’da araçlarından indirip dövdüler. Bizim çok arkadaşımız, o polis saldırısında yaralandı. Biz evden sokağa adımımızı atarken, “bugün öldürüleceğiz” diye çıkıyorduk. Bize o duyguyu vermişlerdi. Her gün gazetelerde boy boy resimlerimizi yayınlıyorlardı. Mesela benim o dönem ismimi “Apo’nun dişi kuşu” koymuşlardı. “Apo’nun dişi kuşu şöyle yaptı, buraya gitti” denilip duruluyordu. Özellikle kadın kimliği üzerinden çok saldırı yapıyorlardı.
 
O kadar çok ölüm tehdidi geliyorduk ki sonunda Taha Akyol, Milliyet gazetesinde bir yazı yazdı. Yazısında bizler için “Onlar avukat görevlerini yapıyorlar. Onlara yapılan saldırılar yanlıştır” demişti. O zaman Taha Akyol, çok önemli bir gazeteciydi. Milliyet’te baş köşe yazısı yazıyordu. Taha Akyol’un yazısından sonra bunlar biraz durdu. Sonrasında şunu anladık ki, o saldırılar da bir merkezden yönetiliyor. Sonra o merkez de normalleştirildi. Yani herkes durumu kabullendi ve böyle devam etti.
 
Davayı aldıktan sonra Öcalan’la yapılan ilk görüşmelerde neler konuşuldu? Sizler hiç görüşme fırsatı bulabildiniz mi?
 
Ben hiç görüşmedim. Çünkü İHD Genel Başkan yardımcısı olduğumuz için dernek, ben ve Osman’ın görüşmesini istemedi. Çünkü derneğe yönelik de saldırılar başladı. Avukatları olarak ilk Hatice Korkut ve Ahmet Zeki Okçuoğlu görüştü. Yani ilk görüşmeden Öcalan, “Sakin olun, radikal davranmayın. Daha uzlaşabilir bir şekilde konuşun. İnsanlara benim durumumu anlatın” gibi şeyler söylemişti. Biz onun üzerine ilk basın toplantımızı yaptık.
 
 Nerede yaptınız? Ve nelerle karşılaştınız?
 
Sultanahmet’te Basın Konseyi’nin bir yeri vardı. Orada yaptık. Basın açıklamamızı yapmaya gittiğimizde binanın önü ülkü ocaklarıyla doldurmuşlardı. Bize yönelik tehditler, küfürler, hakaretler, ölüm çağrıları yapılıyordu. O şekilde içeri girdik. Hatta Osman Baydemir giremedi, çünkü onu linç etmeye çalıştılar. Ama Osman’ı da bir şekilde içeri aldık. O zaman MED TV vardı. O tarihlerde canlı yayın imkanı pek yoktu. Ama MED TV basın toplantısını vermek istiyordu. Vefat eden avukat arkadaşımız İmam Şahin’i, toplantı masasının altına yatırdık. Elinde cep telefonu vardı. Basın toplantısı yapılırken MED TV’ye canlı ses kaydı gönderiyordu.
 
Biz içeride basın toplantısını yaparken faşistlerin kapı önündeki sayısı daha da arttı. Ölüm çağrıları yapıyorlardı. Çıktığımız anda bizi öldüreceklerdi. Öyle bir durumdaydık. Sonra Ahmet Zeki Okçuoğlu “Amerikan konsolosluğunu arayın. Türk devleti bizi korumuyor. Ben Amerika’ya iltica hakkımı kullanacağım” dedi. Bunu deyince polisler panik oldular. “Hayır biz sizi koruruz. Ne demek. Biz sizi çıkaracağız buradan” falan dediler. Ardından zırhlı araçlar geldi ve bizi zırhlı araçlara bindirdiler. O şekilde çıktık oradan. Yani çok acayip günlerdi.
 
Öcalan Türkiye’ye getirilmeden İmralı Ada Cezaevi boşaltıldı ve tek kişiye göre dizayn edildi. Türkiye’ye getirildiği gibi de İmralı’ya götürüldü. O süreçte görüşmeler yapma imkanınız oluyor muydu İmralı’da?
 
 
Mudanya savcısına gidip “koster bozuk’ diye bir gerekçe olamaz. Bizi İmralı’ya götürebilirsiniz. Başka bir araç getirin” dedik. İmralı’nın tüm yetkileri de Mudanya savcılığındaydı. Ama savcı, “Bana bir şey sormayın. Benim hiçbir yetkim yok” dedi.
 
Şimdi İmralı tecridi tartışılıyor. Aslında İmralı’da her zaman tecrit vardı. Yani İmralı hiçbir zaman normal bir cezaevi olmadı. Öcalan’ın da normal yasalara uygun bir tutukluluğu söz konusu değildi. Öcalan getirildikten sonra görüşmelerimiz engelleniyordu. O zaman engel olarak “koster bozuk” gerekçe gösterilirdi. Bunun üzerine biz Mudanya savcısına gidip “koster bozuk’ diye bir gerekçe olamaz. Bizi İmralı’ya götürebilirsiniz. Başka bir araç getirin” dedik. İsteseler götürürlerdi ki İmralı’nın tüm yetkileri de Mudanya savcılığındaydı. Ama savcı, “Bana bir şey sormayın. Benim hiçbir yetkim yok” dedi. “Peki kim yetkili?” diye sordum. “İnanın yetkilinin kim olduğunu ben de bilmiyorum” dedi. Savcı açık açık bunu bize söyledi.
 
Kim yetkiliydi peki?
 
Hukuken savcılık yetkiliydi. Ama İmralı’da o zaman yetkili olan Özel Harp Dairesi’ydi. Genelkurmay’a bağlıydı. O zaman devletin yapısı daha farklıydı. O zaman hükümetler çok söz sahibi değildi. Esas olarak askerler söz sahibiydi. Görüştürülmeme durumunun Genelkurmay Başkanlığı’nın bir tavrı olduğunu çok iyi biliyorduk. Sonra devletin yapısı değişti, ama devlet aklı değişmedi.
 
  Öcalan Türkiye’ye getirildikten kısa bir süre sonra yargılaması başladı. Mahkemenin siz avukatlara ve Öcalan’a yönelik yaklaşımı nasıldı?
 
Mahkeme çok kısa bir sürede bitti. Hiç kimse ne olduğunu bile anlamadı. Biz o kadar uzun komisyonlar oluşturduk ki. Her avukat bir konuyu aldı. Ama bizim bunları yapmamız dahi sağlanmadı. Zaten karar verilmişti ve çok çabuk dava bitirildi. Yani öyle mahkemenin avukatlara kötü davranmasına gerektirecek bir şey kalmamıştı. O kadar baskı gördü, o kadar şiddete maruz kaldı ki avukatlara artık mahkemede saldırmaları gerekmiyordu.
 
 İfade ettiğiniz gibi 1 ay gibi kısa sürede dava sonuçlandı ve Öcalan’a idam cezası verildi. Bu karar mahkemenin bağımsız bir şekilde verdiği bir karar mıydı, yoksa siyasi baskılar sonucu verilen bir karar mıydı?
 
 
 Türkiye’de bağımsız bir yargı hiçbir zaman olmadı. Hele ki Öcalan davasında bağımsız bir yargılama olabilir mi? Eğer olabilseydi davalarda Kürt sorununun hem ulusal hem de sosyal boyutu tartışılabilirdi.
 
Türkiye’de bağımsız bir yargı hiçbir zaman olmadı. Hele ki Öcalan davasında bağımsız bir yargılama olabilir mi? Eğer olabilseydi davalarda Kürt sorununun hem ulusal hem de sosyal boyutu tartışılabilirdi. Bence bu coğrafyada esas tartışılması gereken şu; her şey PKK üzerinden tartışılıyor. “PKK silah kullanmasaydı bunlar olmazdı” deniliyor. O zaman şunu sormak gerekiyor. Seyit Rıza ve Şeyh Sait’in yaşadığı zamanlar PKK yoktu. O zaman da çok büyük hak ihlalleri yaşandı. Kürtler yok edildi. Bu insanların mezarları bile yok. PKK yoktu o zaman.
 
Kürt sorunu sadece Türkiye’nin sorunu da değil. Burada o 4 parçadaki aklın tartışılması gerekir. Biz davada bunu yapmak istiyorduk. Gerçekten Kürt sorununun çözümünü perspektif olarak alan bir savunma hazırlamak istiyorduk. Öcalan’a ceza verilmesin diye değil. “Bu sorunu gerçekten tartışalım. Bunun zamanı artık. Kürt hareketinin lideri yakalanmış, yargılanıyor ve bu davada Kürt sorununun tartışılması gerekiyordu. Neden biz bunları yaşadık? Neden PKK ortaya çıktı?” Bütün bunları sosyal gerçekliğiyle tartışmak istedik. Ama izin verilmedi.
 
 Bu karar sonrası ne tür adımlar attınız?
 
İdam kararından sonra benim İHD’deki görevim devam ettiği için sadece yardım düzeyinde katıldım. Zaten bu davaya bakmak üzere Asrın Hukuk Bürosu’nu oluşturduk. Açtıktan sonra bütün süreçleri Asrın Hukuk Bürosu sürdürdü. İç hukukta bütün yollar tükendikten sonra dava AİHM’e götürüldü.  
 
Verilen idam cezası daha sonra kaldırıldı ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi. İdam cezası neden kaldırıldı ve verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ulusal ve uluslar arası sözleşmelere ne kadar uygun?
 
 
 Türkiye’de idam cezasının kaldırılmasında en büyük etken Öcalan kararıydı. İdam cezası uygulamak çok büyük çalkantılara sebep olacağını bildikleri için bu cezayı kaldırdılar.
 
Bu karardan sonra iç hukukta bir takım düzenlemeler yaptılar. Türkiye’de idam cezasının kaldırılmasında en büyük etken Öcalan kararıydı. İdam cezası uygulamak çok büyük çalkantılara sebep olacağını bildikleri için bu cezayı kaldırdılar. Yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis gibi bir ceza verdiler. Yani iç hukuk değişiklikleri yaptılar.
 
Bir hukukçu olarak Türkiye’de “şu anayasaya, şu uluslar arası hukuka uygun mu?” tartışmasını bile artık çok lüks olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendi iç hukukunu bile uygulamayan bir devletten söz ediyoruz. Bırakın altına imza attığı uluslararası sözleşmeleri kendi iç hukukunu bile uygulamıyor. Örnek vereyim. Bir hükümlünün hakları bellidir. Her tutuklunun ailesi ve bir vasisi vardır. O vasinin verdiği vekaletname çerçevesinde avukatları belli günlerde görüşürler. Ama bu Öcalan’a uygulanmadığı gibi Öcalan’la aynı cezaevinde kalan kişilere de bu hak uygulanmıyor. Bunun iç hukukta hiçbir yeri yok. Neye dayandırabilirler ki görüştürmemeyi. Ama maalesef ki bunu uyguluyorlar. Bu hukuka uygun mu, değil soruluyor hep. Evet, uygun değil. Böyle yapmaması gerekir. Ama yapıyor. “Kendi yasamı tanımıyorum” diyor. Şimdi ne diyebilirsiniz ki.
  
Öcalan'a verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına karşı avukatların AİHM’e yaptığı başvuru 18 Mart 2014'te karara bağlandı. Karara göre verilen cezanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3’üncü maddesine aykırı olduğuna ve değiştirilmesi gerektiğine hükmetti. Fakat Türkiye buna ilişkin bir adım atmadığı için İHD’nin de olduğu 4 sivil toplum örgütü, AK Bakanlar Komitesine başvuruda bulundu. Bakanlar komitesi de kararını açıklamasına rağmen Türkiye’nin bu konuda bir adım atmamasını nasıl yorumluyorsunuz?
 
Türkiye’nin adım atmaması tamamen iç siyasetle ilgili bir durum. Şu an Türkiye’de egemen olan AKP-MHP iktidarı tamamen bir korku iktidarı yaratmanın peşinde. Yani kendi kitlelerini bir arada tutmak için toplumu kutuplaştırmak dışında bir seçenekleri yok. O nedenle de bir adım atmaları çok mümkün görünmüyor. Ama şu parantezi de açmak gerekir. Burası Türkiye, her an her şey olabilir. Buna kimse bir şey diyemez.
 
Barış İçin Öcalan'a Özgürlük Platformu’nun sözcülüğünü yaptınız. Öcalan’ın özgürlüğü için imza kampanyası başlattınız. Platform olarak ne tür çalışmalar yürüttünüz?
 
 
Biz Barış İçin Öcalan'a Özgürlük Platformu’nu kurduğumuzda daha barış süreci başlamamıştı. Biz “Bu açıklamayı yapacağız ve ertesi gün tutuklanırız” diye beklerken, bir-iki gün sonra barış süreci başladı.
 
Biz Barış İçin Öcalan'a Özgürlük Platformu’nu kurduğumuzda daha barış süreci başlamamıştı. Biz “Bu açıklamayı yapacağız ve ertesi gün tutuklanırız” diye beklerken, bir-iki gün sonra barış süreci başladı. Onun için diyorum, burada her an her şey değişebilir. Biz Barış İçin Öcalan'a Özgürlük Platformu olarak bakanlarla görüşmeler yaptık. Bize büyük bir güven ilişkisi içinde her şeyin çok iyi gittiğini, çok umutlu olduklarını, artık Kürt sorununun çözüleceğini, herkesin rahat edeceğini söylüyorlardı. Bakın ben 30 yıldır insan hakları hareketi içerisindeyim. 1990’ları çok ağır yaşadık. Ben Kürtlerin yüzünün güldüğünü ilk defa barış süreci döneminde gördüm. İlk defa herkes mutluydu. Yani Kürdistan’a gittiğinizde herkesin yüzünün mutlu ve ilk kez başka şeylerin konuşulduğunu gördüm. İnsanlar başka bir hayat da var demeye başladılar. Bambaşka ve kısa bir süreydi. Ne kadar barışa ihtiyaç olduğunu gördük. Aslında herkesin barışı istediğini, rahat yaşamak istediğini, “çocuğum gidecek mi? endişesi duymadan aileler yaşamayı öğrendi.
 
Devlet isterse yeni bir barış süreci başlayabilir. 2022 yılındayız. Nedir bu çözümsüzlük? Hakikaten insanın aklı almıyor. Düşünebiliyor musunuz pandemi döneminde başbakan konutunda yemek verdi diye Fransa’da başbakan sorgulanıyorken, bizim kendi coğrafyamızda yaşadığımıza bakın?
 
Fakat AKP iktidarı “Çözüm Süreci”nde “Çöktürme Planının” hazırlığını yaptı ve bu plana göre hareket etti..
 
İşte öyle yaklaştığı, çözüm sürecini bitirdi ve yeniden bir çözümsüzlük politikası izlemeye başladığı için sadece Kürtler değil Türkiye’de yaşayan herkes büyük bir ekonomik baskı altında yaşamaya başladı. Çünkü savaş şiddetlendiği sürece o savaş önce yoksulun ekmeğini çalmaya başlıyor. Muhalefetin bunu göremediğini görüyoruz. Yani muhalefet derken en çok CHP’yi kastediyorum. CHP bunun öncülüğünü yapabilir. Çok güzel bir imkan var. Sadece HDP’nin talepleriyle Kürt sorunu gündemde tutuluyor. Bunun dışında bu talep yükselmiyor. İşçi sınıfı da bu talebi yükseltmiyor. İşçi sınıfı tabi ki eylem yapsın ama barış talebini de yükseltsin. Yani bu bizim coğrafyamızda eksik kalıyor. Bu çatışmalı sürecin coğrafyada yaşayan bütün halkların haklarını ihlal ettiğini düşünüyorum. Bunun üzerinden bir siyaset geliştirmek gerektiğini düşünüyorum.
 
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise olaya “Bu ülkeye demokrasi gelecekse, bunun yolu Diyarbakır’dan geçer” diyerek yaklaşıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu açıklamayı? 
 
 
 Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözü söylemesi bile önemli. Ona o sözü söylettiren bir hareket, bir güç var çünkü. Ama burada sadece Diyarbakır değil, İmralı’yı da temel almaları gerekir.
 
Ben bu sözü Süleyman Demirel’den beri bütün liderlerden duydum. Sıkışınca, Kürtlerin oyuna ihtiyaçları oldukça bütün liderler bu sözü söyler. Ama Kılıçdaroğlu’nun bu sözü söylemesi bile önemli. Ona o sözü söylettiren bir hareket, bir güç var çünkü. Ama burada sadece Diyarbakır değil, İmralı’yı da temel almaları gerekir. Çünkü İmralı’da bu coğrafyada çok büyük bir kesimin lider olarak kabul ettiği bir kişi cezaevinde. İktidarın kendisi de seçim öncesinden mektup okutuyorlar. Demek ki iktidar için de çok önemli bir siyasi figür. CHP biraz daha cesur davranabilse belki çok şey değişebilir. O zaman AKP’de değişmek zorunda kalacak.
 
 Son olarak Öcalan’ın avukatlığına dair söylemek istediğiniz bir şey var mı?
 
Çok büyük baskı altında bu avukatlığı aldık ve çok büyük saldırılara maruz kaldık. Ama hiçbir zaman bir pişmanlık duymadım. Her zaman “yapmamız gerekeni yaptık” diye düşündüm. Ayrıca Öcalan’ın avukatı olmak Kürt halkının avukatlığını yapmak demektir. Ben en doğrusunu yaptığımızı düşünüyorum. 
 
MA / Ferhat Çelik