Bir kayıp ve mücadele hikayesi

img

İSTANBUL - Hanım Tosun, eşi kaybettirildiğinde 29 yaşında ve Türkçe bilmiyordu. Kendi deyimiyle 27 yıldır “devletin kirli yüzüne ayna tutan” Tosun, bir yandan Galatasaray Meydanı’nda devletten hesap sordu, diğer yandan zor şartlarda 5 çocuğuna bakarak ayakta kaldı. 

Türkiye’de 1990’lı yıllar, yükselen devrimci mücadeleyi baskılamak amacıyla sokak ortalarında işlenen “faili meçhul” cinayetlerin yanı sıra resmi gözaltı kurumlarında katledilme ve kaybedilmelerin yaşandığı bir dönem olarak hala hafızalardaki yerini koruyor. Bu yıllarda devletin resmi görevlileri (polis-asker) veya paramiliter örgütlenmeler tarafından gözaltına alınan binlerce kişi, işkencelere maruz kaldı, katledildi ve bir daha kendilerinden haber alınamadı. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin verilerine göre, 1980’den itibaren Türkiye’de toplam bin 352 kişi zorla kaybettirildi, 14 kişinin ne zaman kaybedildiği bilinmiyor.
 
Hukuk dışına çıkılarak fütursuzca gerçekleştirilen uygulamalar, katledilen ve kaybedilenlerin aileleri ile insan hakları savunucularının mücadelesinde dönüm noktası oldu. İnsan Hakları Derneği (İHD), 1992 yılında "Kayıplar Bulunsun" sloganıyla gözaltında kaybedilenlerin akıbetinin ortaya çıkarılması amacıyla bir kampanya başlattı. Bu kampanya 1995 yılında birkaç ailenin Galatasaray Meydanı'nda başlattığı oturma eylemiyle bütünleşerek, ülke çapında yankı uyandırdı. Her Cumartesi günü çocukları, eşleri ya da yakınlarının akıbetini sormaya başlayanlara kamuoyu tarafından “Cumartesi Anneleri” adı verildi. Ağır baskı ortamında Cumartesi Anneleri, kötülüğü görme ve gösterme sorumluluğunu üstlendi.
 
ARJANTİN’DEN TÜRKİYE’YE 
 
Cumartesi Anneleri'nin ilham kaynağı ise “Plaza de Mayo (Mayıs Meydanı) Anneleri” oldu. Arjantin'de 1976-1983 tarihleri arasındaki diktatörlük rejimi esnasında sol görüşlü 30 binden fazla kişi kaybedildi. Bu süreçte 3 kişinin dahi yan yana gelişinin yasak olduğu ülkede, bir grup kadın 1977 yılında kayıp çocuklarının bulunması için hükümet binasına 100 metre mesafedeki Mayıs Meydanı'nda (Plaza de Mayo) toplanmaya başladı. Her Perşembe günü beyaz başörtüleriyle ikişer ikişer girdikleri meydanın ortasındaki piramidin etrafında saat 15.00’da tur atan kadınları, "Perşembe delileri" veya "Terörist anneleri" olarak lanse eden cunta hükümeti her geçen gün büyüyen adalet arayışını bastırmak için çeşitli uygulamaları devreye koydu. Anneler ve onlara destek veren avukatlar, insan hakları savunucuları işkenceye maruz kaldı, haklarında davalar açıldı. Öyle ki kaybedilenleri ararken, kaçırılıp kaybedilenler oldu.
 
Tüm baskı ve şiddet politikalarına rağmen hükümet, her hafta başlarına beyaz örtü bağlayan kadınların meydana gelişini önleyemedi. Mayıs Meydanı Anneleri’nin bu adalet arayışı, “faili meçhul” ve kayıplar için yürütülen adalet mücadelesine örnek olup, simge haline geldi. Bu mücadelenin sonucunda Birleşmiş Milletler (BM), “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşmesi”ni  (Zorla Kaybedilme Sözleşmesi) 2007 yılında kabul ederek, 2010 yılında yürürlüğe koydu. Sözleşmede, zorla kaybedilme “insanlığa karşı işlenmiş suç” olarak tanımlandı. 
 
İLK EYLEM 1995’TE
 
Adalet arayışlarında Arjantinli annelerden ilham alan Cumartesi Anneleri, ilk kez 27 Mayıs 1995 tarihinde İstanbul’daki Galatarasay Meydanı’na çıktı. Gözaltında işkenceyle katledilen Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç, Kenan Bilgin, Hasan Gülünay ve Hüseyin Toroman’ın ailelerinin meydanda buluşmasıyla oturma eylemi başladı. Eylem, gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının katılımıyla her geçen gün büyüdü ve Türkiye’nin en uzun süreli adalet mücadelesi haline dönüştü. Cumartesi Anneleri, tıpkı Plaza de Mayo Anneleri gibi eylemlerinin ilk gününden saldırıların hedef oldu. 8 Temmuz 1995’te polisin gerçekleştirdiği saldırıda yerlerde sürüklenerek, gözaltına alınsalar da ertesi hafta yine aynı meydanda oturdular. Sonraki ay ve yıllarda devam eden devlet baskısı ve şiddeti nedeniyle toplam bin 903 kişi gözaltına alındı, işkence gördü. Aileler ve onları destekleyen insan hakları savunucuları hakkında "Polise mukavemet", "Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet” gibi suçlamalarla davalar açıldı. Okuma yazma bilmeyenler, gözaltı hücrelerinin duvarlarına yazı yazmaktan yargılandı.
 
700’ÜNCÜ HAFTADA YASAK 
 
Bu yönelimler nedeniyle 13 Mart 1999 tarihinde eylemlerine ara vermek zorunda kalan Cumartesi Anneleri, 31 Ocak 2009’da yeniden Galatasaray Meydanı’nda buluşmaya başladı. O günden 25 Ağustos 2018 tarihine kadar aynı meydanda kesintisiz şekilde süren eylem, 700’üncü haftasında İçişleri Bakanlığı kararıyla yasaklandı. Yasağa rağmen meydanda toplanan yüzlerce kişi, polisin saldırısına uğradı, annelerin de aralarında bulunduğu 47 kişi darp edilerek, gözaltına alındı. Daha sonra serbest bırakılan annelere, etrafı bariyerlerle kapatılan Galatasaray Meydanı yasaklandı. Engellemelere karşı eylemlerini İHD İstanbul Şubesi önüne taşıyan anneler, bir kez daha polis baskısı ve engeliyle karşı karşıya kaldı. Her hafta yüzlerce polis tarafından ablukaya alınan anneler, her şeye rağmen yakınlarının akıbetini ve faillerini sormaya devam ederken, bu kez tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs (Kovid-19) salgını süreci başladı. Ülkede Mart 2020’den bu yana devam eden süreç nedeniyle anneler, eylemlerini sanal medya üzerinden sürdürme kararı aldı. 
 
BİR HAFIZA ALANI
 
Faillerin ortaya çıkarılarak cezalandırılması için sürdürülen adalet mücadelesine, bir hafıza alanı haline gelerek, sembolleşen Galatasaray Meydanı mücadelesi de eklendi. Her eylemlerinde Galatasaray Meydanı’ndan vazgeçmediklerini vurgulayan Cumartesi Anneleri, bir gün tekrardan meydanda buluşacakları inancını yineliyor. 
 
HANIM TOSUN’UN HİKAYESİ 
 
Türkiye'de siyasi atmosferin en derin ve karanlık dönemlerinin yaşadığı bu süreçte Galatasaray Meydanı’na çıkan kadınlardan biri de 1995'te kaybedilen eşi Fehmi Tosun’un faillerini soran Hanım Tosun (55) idi. Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Çavundur (Licok) köyünde dünyaya gelen Tosun, bu köyde evlendi ve 5 çocuğu oldu. 1991 yılına gelindiğinde eşi Fehmi Tosun, “Örgüte yardım ve yataklık” suçlamasıyla gözaltına alınıp, tutuklandı. Devletin 1990’lı yıllarda şiddetlenen savaş politikaları nedeniyle köyleri yakılan Tosun ailesi, önce Diyarbakır merkeze (1993) taşınmak zorunda kaldı. 30 yaşına kadar köyde yaşayan Hanım Tosun, 3 yıl 9 ay tutuklu kalan eşinin cezaevinden tahliyesinin ardından devam eden baskılar nedeniyle bu kez ailesiyle İstanbul Avcılar ilçesine (1994) göç etti. Bu süreçte devletin asla peşlerini bırakmadığını söyleyen Tosun, “Bir Kürt kadını ve kayıp yakını” olarak tanıtıyor kendisini. 
 
GÖZLERİ ÖNÜNDE KAÇIRILDI 
 
“Her şeyimizi geride bırakarak, geldiğimiz İstanbul’da derme çatma bir gecekonduya yerleştik. Ama devlet burada peşimizi bırakmadı. Bir yandan yoksulluk bir yandan devlet baskısıyla mücadele etmek zorunda kaldık. Eşim bir pazarda iş buldu ve orada çalışarak yaşamımızı sürdürmeye çalıştık” sözleriyle başladığı hikayesinden Tosun,  şunları aktardı: “Bir yıl sonra 19 Ekim 1995 sabahı eşim ve yakın arkadaşı Hüseyin Aydemir ile birlikte kahvaltı ettik. Kahvaltı sonrası birlikte ayrıldılar, akşama kadar kendisinden hiç haber alamadım. Aynı günün akşam saatlerinde silahlı, telsizli, sivil giyimli üç kişi tarafından 34 UD 597 plakalı beyaz Renault araçla evin önüne getirildi. Bu kişilerle evin bahçesine doğru ilerlerken, kendisini görmemiz üzerine ‘Beni öldürecekler’ diye bağırdı. Biz eşimin yanına koşunca arabanın önünde duranlar onu zorla araca bindirerek götürdü. Olaya mahalleliler de tanık oldu. Hemen Avcılar Karakolu’na gittim, olanları anlattım. Eşimi kaçıran aracın plakasını verdim ve duruma müdahale edilmesini istedim. Plakayı kontrol eden ve telefonla görüşmeler yapan polisler, ‘Bizim yapacağımız bir şey yok’ yanıtı verdi. Bunun üzerine İHD ve tüm yasal yollara başvurdum. Olayı hükümetin ilgili birimlerine ve kamuoyunun gündemine taşıdım. Ancak eşimin gözaltına alındığı kabul edilmedi ve kendisinden bir daha haber almadım.” 
 
ADALET MÜCADELESİ 
 
Eşi gözleri önünde kaçırılan ve uzun bir süre aracın peşinden koşan Tosun, o gün eşini son görüşü olduğunu belirtti. O anın tarifini “Bizim için kıyametin koptuğu gündü” sözleriyle yapan Tosun, Cumartesi eylemlerine katılışını şöyle anlattı: “1995 yılının Mayıs ayıydı.  İHD, Cumartesi Anneleri’nin  Galatasaray Lisesi önündeki eylemleri yeni başlamıştı. Eyleme katılan dördüncü kayıp yakınıyım diyebilirim. Eşim kaçırıldıktan hemen sonra İHD’ye başvurdum. Artık bende bir kayıp yakını ve Cumartesi Annesi idim. Düzenli olarak Galatasaray Lisesi önünde eylemlere katıldım. Eylemlerimiz 1998’e kadar hiçbir ara verilmeden devam etti.” 
 
Meydanda birçok kez gözaltına alındığını kaydeden Tosun, “Biber gazı yedik, coplandık. Eylemimizi engellemek için polis zırhlı araçlarla Galatasaray Lisesi önünü ablukaya alıyordu ama hiçbirimiz geri adım atmadık. Galatasaray Lisesi önünde yaptığımız eylem sayesinde tüm dünya sesimizi duydu. Geri adım atmayacağımızı anlayan devlet bu kez, ‘Gelin bize başvurun, biz bulalım’ demeye başladı” dedi. Bu süre zarfında tüm dünyanın kendilerini duyduğunu ancak devletin duymadığını söyleyen Tosun, “Herkes, artık devlet tarafından kaybedilen insanların aileleri olduğumuzu biliyordu. Belki Kürdistan'da olsaydım devletin baskısından korkup sessiz kalabilirdim ama İstanbul’da bu imkanlara daha kolay ulaştım. Çünkü bölgede binlerce insanı kaybettiler, kayıplarını sormaya giden aileler de kayıp edilmek istendi ve ölümle tehdit edildi. Bu yüzden birçok insan İHD‘ye dahi başvuru yapmıyordu. Kimse bu kadar insanın kayıp edildiğini dahi bilmiyordu. Cumartesi eylemleriyle birlikte insanlar bunu duymaya başladı. Avrupa’nın birçok yerinden destek gelince devlet eylemimize izin vermek zorunda kaldı” diye belirtti. 
 
1998 yılının sonlarına doğru Türkiye’deki siyasi atmosferden kaynaklı eylemlerine yönelik baskıların arttığını vurgulayan Tosun, yasaklanan eylemlerine İHD İstanbul Şubesi’nde devam ettiklerini söyledi.  
 
GALATARASAY MEYDANI’NA GİDERKEN…
 
Paramiliter güçlerin “Devlet emir verdi, bizde öldürdük” itiraflarından sonra 2009 yılında yeniden Galatarasay önünde eylemlerine başladıklarını belirten Tosun, “Bizim için Galatasaray Lisesi önünde oturmak çok önemliydi. Çünkü ilk defa Kürt halkının çocuklarının devlet tarafından kaybettirildiği orada duyuldu. Sesimizi ilk orda duyurmuştuk bu yüzden önemliydi. Her Cumartesi anneler başta olmak üzere babalar ve kardeşler, yakınlarının fotoğraflarıyla evden çıktığında sanki onların mezarına gidiyormuş gibi hissederlerdi. Kayıp yakınları, taşıdıkları o fotoğraflarla gönüllerinde ne varsa dile getirerek, devletten hesap soruyor. Her aile aslında konuşmasa da orada bulunarak, haykırışını dile getiriyor. İnsan kaybettirmenin hiçbir açıklaması olamaz.  Bu yüzden Galatasaray Lisesi aileler için kayıpların mezarıydı bir nevi” ifadelerini kullandı.
 
Eyleme katıldığı gün eşinin katledildiğini ve bir daha dönmeyeceğini hissettiğini belirten Tosun, “Eşimi kaybettim ama yaşayan milyonlarca Kürt annesi ve kadını vardı. Kimsenin kaybettirilmesini ve çocukların babasız büyümelerini istemiyorum. Hiçbir anne, evlat acısı çekmesin diye mücadeleden vazgeçmedim. Bu güne kadar devlet tarafından kayıplarımız hakkında hiçbir bilgi verilmedi. En son devletten ‘O dönem olayın üstünde durmadık ve özür diliyoruz’ itirafı geldi. Fakat biz onlardan özür değil kayıplarımızın kemiklerini istiyoruz. En önemlisi de faillerinin bulunmasını istiyoruz” dedi. 
 
DEVLETE AYNA TUTULDU
 
27 yıldır ne olursa olsun Galatasaray Meydanı’nda hukuk mücadelesi yürüttüğünün altına çizen Tosun, şöyle dedi: “Birçok anne hastalandı ama bizim için hiçbir şey önemli değildi. Belki biz kayıplarımızı geri getirmeyi başaramadık fakat orada oturmaya başlamasaydık daha çok insan kaybedilirdi. Eylemimizle devletin kirli yüzüne ayna olduk ve ‘kendi kirli yüzünüzü görün’ dedik. Eylemimizin dünyada yankı bulunmasıyla birlikte devlet uzun bir süre kaybettirme olaylarına ara verdi. Gözaltına alınan ve serbest bırakılan bazı kişiler, bize bizzat uğrayarak ‘Yapmış olduğunuz eylem olmasaydı şimdi çoktan ölmüştük’ deyip teşekkür etti. 
 
Tabi Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinin giderek yayılması ve herkes tarafından sahiplenilmesi devleti rahatsız etti. Bize dönük baskıların atmasına neden oldu. Eylemlerimiz karşısında baskılarını artıran Emniyet Müdürlüğü ‘Kayıplar Otobüsü’nü ailelerin yanına park ediyor ve anonslar yapıyordu. ‘Gözaltında kayıp diye bir şey olmadığı, kayıpların yasa dışı örgütlere katıldığı, devletin bunun dışındaki kayıpların aileleri ile işbirliği içinde olduğu’ söylenerek, devletle işbirliği çağrıları yapıldı. 13 Mart 1999 tarihine dek polisin şiddetine, günlerce süren gözaltılara maruz kaldık. 7 ay boyunca zorla kaybedilenlerin akıbetini sormak için Galatasaray Meydanı’na çıkanlar gözaltına alındı. Gözaltıların çoğu daha Galatasaray’a varmadan yolda, hatta kafelerde dövülerek, yerlerde sürükleyerek, tartaklayarak yapıldı. 6 Eylül 2010'da İrlandalı müzik grubu U2, konser için Türkiye'deydi. Grubun solisti Bono, benimle görüştü ve daha sonra sahneden ‘Fehmi Tosun'u unutmayın’ diye seslendi. Cumartesi eylemlerinin sesi artık sadece Türkiye’de değil dünyada yankılanıyordu”.
 
15 KEZ GÖZALTINA ALINDI
 
Bugüne kadar sayısız kez polis baskısına maruz kaldığını dile getiren Tosun, resmi olarak 15 kez gözaltında alındığını, gözaltı sırasında polisin uyguladığı şiddetten dolayı da 3 kez darp raporu aldığını aktardı. Tosun, “Gözaltına alındığımızda bazen aynı gün serbest bırakılıyorduk, bazen 3 gün bazen 4 gün gözaltında alabiliyorduk. Gözaltına alındığımda polisten en çok işittiğim şey ‘Sizin eviniz yok mu gidin evinizde oturun’ oluyordu. Sürekli takip altındaydık, anadil için verdiğim dilekçe suç olduğu gerekçesiyle gözaltına alındım, birkaç gün nezarethane kaldıktan daha sonra tutuklandım. 22 gün Bakırköy Cezaevi’nde tutuklu kaldım. 1998’de her gün takip ediliyordum polisler evimin karşısında durak kurdular. Baskıyla yıldırmak istediler ama ben evimi değiştirmedim. Çünkü eşim siyasi kimliğinden dolayı kaybedildi, bende insan hakları çerçevesinde bir mücadele yürütüyordum. Bizim çekineceğimiz bir şey yok” dedi. 
 
ÇOCUKLARINI TEK BAŞINA BÜYÜTTÜ 
 
Eşini kaybettikten sonra evin tüm sorumluluğunu üstlenen Tosun, hem adalet hem de yaşam mücadelesi verdi. En küçüğü 3, en büyüğü 14 yaşındaki iki kız, üç erkek çocuğuyla İstanbul'da tek başına kalan Tosun, “Kirada oturuyorduk ve hiçbir gelirimiz yoktu. 14 yaşındaki oğlum bir süre pazarda çalışarak, eve bakmaya çalıştı fakat bir süre sonra sermayesi kalmadığı, artık ürün alamadığı için  çalışamadı. 11 yaşındaki kızım evimizin altındaki konfeksiyonda çalışıyordu. Ben de dönem dönem atölyelerden sipariş alarak evde file yapmaya başladım. Çocuklarım küçük olduğu için dışarıda çalışma imkanım yoktu. Uzun bir süre file yaptıktan sonra kendime bir dikiş makinesi aldım ve dikiş yaparak çocuklarımı büyüttüm. Yine İHD’ye de gidiyordum hem çocuklarımla ilgileniyordum hem de çalışıyordum. Çocuklarım biraz büyüyünce Taksim’de bir yer açtık orada yemek yaptım, birçok yerde çalıştım böyle böyle büyüttüm çocuklarımı.”
 
DOSYA KAPATILDI 
 
Tüm zorluklara rağmen adalet mücadelesinden asla vazgeçemediğini ifade eden Tosun, “Devlete açtığımız davadan bir sonuç alamayınca İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurdum. 2003 yılında hükümet AİHM'e verdiği savunmada, ‘Hükümetimiz Fehmi Tosun’un kaybolması olayının meydana gelmesinden dolayı üzgündür. Bir kimsenin kaybolması olayı hakkındaki soruşturmanın eksik yapılmasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinin ihlalini oluşturduğu kabul edilmektedir’ dedi. AİHM’de yaşam hakkı ihlali ile ilgili devletin sorumluluğunu kabul eden AKP, dosyada etkin bir soruşturma yapılmasını sağlama yükümlülüğünü yerine getirmedi. Zamanaşımından takipsizlik kararı verilen dosya kapatıldı. Takipsizlik kararlarına yapılan itirazlar reddedildi. İdari ve yargı yollarının tamamı tükenince Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yapılan bireysel başvurudan da sonuç alınamadı” diye belirtti. 
 
8 MART TEMENNİSİ 
 
Sayılı günler kalan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne değinen Tosun, 8 Mart’ın hakları için direnen kadınların isyanını simgelediğini söyledi. “Eğer o kadınlar iş yerlerinde haklarına sahip çıkmasaydı 8 Mart’ı kutlamazdık” diyen Tosun, şöyle devam etti: “Kadınlar fabrikalarda bu direnişe başladılar çünkü orada eşitsizlik vardı. Erkeklerle aynı işi yapmalarına rağmen aynı ücreti ve aynı haklara sahip değildi. Kadınlar tam da bu haksızlığa karşı mücadele başlattı. Bu direniş o günden başladı ve bugüne kadar geldi. Eğer kadınlar bunun bilincinde olsa 8 Mart’a sahip çıkarlar. Biz Cumartesi Anneleri de 1995 yılından 2022 yılına kadar bir hak mücadelesi içindeyiz. Katiller ortaya çıkmadan mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. Adaletin hakim olduğu bir 8 Mart olsun. Cumartesi Anneleri’nin ve tüm kadınların 8 Mart'ını kutluyorum.” 
 
Son olarak hasta tutuklular için herkesi duyarlı olmaya çağıran Tosun, başta Aysel Tuğluk olmak üzere tüm hasta tutukluların tahliye edildiği bir 8 Mart olması temennisinde bulundu. 
 
MA / Esra Solin Dal