Kitaplar yeniden toprağa gömülüyor

img

DİYARBAKIR - 80’i aşkın kitabı yasaklanan Aram Yayınevi’nin editörü Ulaş Güldiken, “Bir film çekecek olursam, kameramı önce 90’larda toprak altından kitap çıkarma sahnesine, sonra da şimdi toprağa kitapları gömme sahnesine odaklardım” dedi. 

Kürt edebiyatında iki dillilik, cezaevi edebiyatı, sosyal medyanın ve teknolojinin okuma oranına etkisi, sansür gibi birçok konuyu Aram Yayınevi Editörü Ulaş Güldiken ile konuştuk. Kitap okuma oranlarında düşüş yaşandığının altını çizen Güldiken, “Daha ürküten şey yeni okurların ne okuduğu, yeni okurlar neredeyse hiçbir şey okumuyor” dedi. Kitap sansürüne dikkat çeken Güldiken, Aram’ın 80’i aşkın kitabının yasaklandığını kaydetti. 
 
Türkiye’de yaşayan Kürtler edebiyatlarını, iki dilli olarak üretiyor. Bu yönlü Kürtçe olmayan eserlerin Kürt edebiyatına dahil olup olmadığı tartışmaları var. İki dilli edebiyat yapma hali bir halkı ve edebiyat gelişimini nasıl etkiler? 
 
Bu tartışma daha önceden minör edebiyat (Bir azınlığın egemen dilde yaptığı edebiyattır) dediğimiz alanlarda açılmıştı. Minör edebiyat denilince dünyada ilk akla gelen Kafka’dır. Bizim coğrafyamızda ise bunun en iyi örneklerinden biri Yaşar Kemal’dir. Bildiğim kadarıyla günlük hayatında Kürtçe konuşurdu veya iki dilli bir yaşamı vardı. Günlük yaşamına dair örneklerden biliyoruz bunu. Ama Yaşar Kemal gibi bu ölçekte iyi yazarlık kalemine sahip kişilerin neden Kürtçe yazamadıklarının muhatabı yazardır. Ama bence Yaşar Kemal, aynı şeyleri Kürtçe yazsaydı başka bir tadı olur muydu? Muhtemelen olurdu. Yazım dilini, eğitim formasyonundan rüyalarımıza, okuduğumuz şeylerin nicel çeşitliliğine dair her şeyden... 
 
Dil bakımından asimilasyon nedeniyle varlık-yokluk meselesi olan, bunun kaygısını düşünen toplumlar için riskleri var. Biz eşit koşullarda yaşama imkanına sahip olan bir coğrafyada olsaydık muhtemelen bu endişelerimiz olmayacaktı. Dolayısıyla böyle varlık-yokluk meselelerinin tartışıldığı riskli dönemlerde iki dilli bir imkan yaratmak, kendini “azınlık” görenin aleyhine işliyor. 
 
O yüzden biz iyi bir Kürtçe kitabı bastığımızda bu riskleri gözeterek Türkçe basmıyoruz. Fakat Türkçe’nin bu kadar egemen olmadığı farklı coğrafyalarda (Rojava ve Federal Kürdistan Bölgesi’nde) iki dilli yaratmak sorun olmuyor. Saf edebiyat ölçeğinde bakıldığında minör edebiyat örneğinde olduğu gibi her zaman zenginlik yaratır. Dolayısıyla kaynaklık ettiği yapı ile yazdığı dilin diyalektiği başka bir şey yaratıyor ve oradan başka bir şey çıkıyor. 
 
Yayınevinizin kalemlerinin bir bölümü cezaevinde. Belki de “Cezaevi Edebiyatı” diye tanımlayabileceğimiz bir kategori oluştu. Cezaevi edebiyatının eserleri nasıl oluşuyor, dört duvar arasında yazılmış olması eserleri nasıl etkiliyor? Ne işliyor cezaevi edebiyatı? 
 
Cezaevi edebiyatına baktığımızda metne alınan eserin illa cezaevini karakterize etmesi gerekmiyor. Fakat muhtemelen o bir kimlik oluşturuyor. Özellikle şiirde cezaevi çok etkili olur. Nazım Hikmet’ten biliriz; cezaevi ortamının ağırlığını, koşullarının imajlarını görürüz. Sabahattin Ali’de de vardır. Bir haliyle eserlerine yansıyor cezaevi koşulları, ya da bazı öğeler cezaevine dair oluyor. 
 
Cezaevinde yayınevinin tüm kategorilerini besleyecek eserler üretiliyor. Şiirden romana, öyküye, araştırmaya kadar birçok eser geliyor. Romanı besleyen kalemler genellikle siyasi tutsak olarak orada tutuluyor.
 
Cezaevi yazarlığının Kürt yazarlardan önce bir geçmiş var. Bazı güçlü kalemlerde bunu görebiliriz. Bir takım ünlü yazarlar Antonio Gramsci, Antonio Negri gibi isimler eserlerini cezaevinde yazmıştır. Cezaevinin böyle bir tarihi geçmişi var; ama bu yoğunlukta eserlerin üretildiği bir ortam olmadı. 
 
Sadece bizim yayınevinin değil, birkaç yayınevinin daha yazarlarının bir bölümü cezaevinde. Dolayısıyla neredeyse artık bir külliyattan söz ediyoruz. Cezaevinde yayınevinin tüm kategorilerini besleyecek eserler üretiliyor. Şiirden romana, öyküye, araştırmaya kadar birçok eser geliyor. Romanı besleyen kalemler genellikle siyasi tutsak olarak orada tutuluyor. Anı kategorisinde yer alan bu eserler bir bakıma, belge niteliğini taşıyor ve “Devrim Edebiyatı” dediğimiz kategoriye katkı sunuyor. Cezaevinde uzun süre kalan yazarların okumaları, araştırmaları bir birikim oluşturuyor zamanla. Yine, Kürt hareketinin imkan verdiği bir takım tartışmalar var; bunlar sosyal bilimler, sosyalist teori, dünya deneyimleri, kapitalist dünya, kadın araştırmalarına dair. Bu konulara dair içeride zengin bir tartışma var. Bu tartışmalar, okuma yazma ilgilerine görece kimi imkânlar sunuyor. 
 
Cezaevlerinden çok fazla dosya geldiğini belirttiniz. Bu dosyaları neye göre ayırıyorsunuz? Yayımlanacak eser hangi eleklerden geçiyor?
 
Eserler, cezaevi ortamlarında oluşan kurullardan geçerek elimize ulaşıyor. O eserin kategorisine göre “onaylanıp” geliyor. Yani içeride de zamanla bir editöryal ekip oluştu. Bu kadar çok yazı ile uğraşan kişi olunca bunlar daha sistemli hale gelmeye başlıyor. Bizim yayınevi için cezaevlerinde oluşturulan kurullar çalışıyor. Mümkün mertebe eserler okunuyor ve yazara bir rapor sunuluyor; “Kitabınız şu konularda eksik, yeniden değerlendirin” diye. Yeterli ise bize iletiliyor. Sonra teknik hazırlıklar (orada elle kaleme alınıyor eserler) dışarıdaki yayın kurullarımız devreye giriyor. Son olarak ise editöryal çalışma başlıyor. 
 
Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte okuma oranlarında bir düşüş yaşandı mı? Bir yayınevi olarak bu durumu tersine çevirmek için stratejileriniz var mı?
 
Bu bir nevi insanların, uygarlık süreçlerinde araçlarla kurduğu bağ ve duygusal motivasyona benziyor. Bizim bir yayınevi olarak bu duruma karşı stratejiler geliştirmemiz yine benzer tarzda olur. Kendi imkan ve araçlarınızı oluşturursunuz, o piyasada söz hakkınız olmuş olur. Edebiyat okurunun kitapla ilişkisi bu şekilde değişmiş ise, ya ona adapte olacağız ya da başka bir şey de ısrarcı olacağız. Metnin kendisiyle ilişkiniz iyi ise zaten okuma esnasında dışarıyı unutuyorsunuz. Sonra aynı eseri başka bir okurla ya fiziki olarak paylaşırsınız buradan başka bir etkileşim ve edebiyata dair başka bir imkan çıkar. Bugünkü durumda sadece araç değişiyor. Okuma-yazma becerilerini edindiğimiz o araç ortadan kalkıyor gibi. Saf okurun, saf metin ile kurduğu ilişkide farklı olacak mı henüz bunu tecrübe edecek deneyime sahip değiliz. Ama eski alışkanlıklar ortadan kalkacak, bir kere kitap alışverişi olmayacak, kitabın kokusu, sayfa çevirmek gibi bir fiil olmayacak. 
 
Yaşamın artık 140 karaktere sığdırıldığı günümüzde açıklanan verilere göre kitap okuma oranı düşüyor. Özellikle Türkiye’de okuma oranının çok düşük olduğu belirtiliyor. Bu durum ne ile bağlantılı, nasıl yorumlamak lazım?
 
Elimizde bir takım basın dünyasına ait bilançolar var. Bu bilançolar size okuyucu oranının kısırlığını ya da zenginliğini gösterebiliyor. Mesela Sabahattin Ali’nin bir kitabının 1 milyon okunduğu söyleniyor. Biz bunu ölenler, gidenler üzerinden hesaplıyoruz ve "Epey okuru varmış" diyoruz. Bu bizi yanıltıyor. Şu an yaşayanlar üzerinden böyle bir rakam olsa iyi bir aydın toplumdan ve okurdan söz ederiz. Ayrıca bazı yazarların çok okunmuş olması da bir gösterge değildir. 
 
Şayet eski okur bu alandan çekildiyse bu endişe verici bir şey. Eskiden yılda belli sayıda kitap okuyan kişilerin okuma oranlarında düşüş görüyoruz. Ama daha ürküten şey yeni okurların ne okuduğu, yeni okurlar neredeyse hiçbir şey okumuyor.
 
Yeni kuşaklar itibariyle baktığımızda; okuma fiili ve okudukları metin üzerinden baktığımızda farklı göstergeler açığa çıkıyor. Son dönemde karşılaştığım bir örnek var. 10 yaşlarında bir yeğenim var, iyi bir okur. Kendi yaşının üzerinde metinler okuyor ve hızlı da okuyor. Bir gün bulunduğu yerde istediği kitaplar yoktu. Başka bir kitapçıdan bir kitap aldı. O kitabı okuyamadı bir türlü. İki günde 6-7 sayfa okudu ve o zaman da gazete okumaya başladı. Dikkat ettik gazete okumaya devam ediyor. Ne okuduğunu sorduğumuzda gazete okuduğunu söylüyordu. Gazete okuma ne kadar sürecek, gazete sana ne verecek? Gazetenin verdiği bilgileri yarın unutacaksın. Okuduğun başka bir kitaba benzemiyor zaten. O durum benim için önemli bir şeydi. Okurun ne okuduğu da önemlidir. Sorarsanız gün içerisinde sosyal medyadan birçok bilgi okumuştur, arkadaşlarıyla, sevgilisiyle yaptığı mesajları okumuştur. Kitap sayfasına vurduğunuzda 50 sayfa eder. Bu bizim bildiğimiz eski okur değil. Şayet eski okur bu alandan çekildiyse bu endişe verici bir şey. Bunu da görebiliyoruz, eskiden yılda belli sayıda kitap okuyan kişilerin okuma oranlarında düşüş görüyoruz. Ama daha ürküten şey yeni okurların ne okuduğu, yeni okurlar neredeyse hiçbir şey okumuyor. 
 
Peki, bu durum nasıl değişebilir? 
 
Maalesef insanları günlük yaşamda etkileyen temel şey, yönetilme meselesi. Bu yöneticiler, iktidarlar 24 saat insanların başında durmuyor; ama politika yapan insanlar, yasaları, sokağı belirleyerek sizin yaşamlarınız üzerinde de etki sahibi oluyor. Bu okuluna, ev ortamına yansıyor. Çocuğun dışarıda yarıştırıldığı şeyler var. Bir eğitim, iş dünyası var buradan pay kapmanız gerekiyor. Evde sizi buradan pay almaya teşvik eden anne-baba var. Dolayısıyla görünüşte bunun kaçma şansı yok. 
 
Mevcut hali ile yürüyen ülkede ya da bu coğrafyada, bizim bu bahsettiğimiz edebiyat önemli bir yer tutmuyor zaten. Buralarda istisnai iyi yazarların çıkması durumu değiştirmiyor. Bence tüm bunlar politikacıların öngörüsüzlükleri -büyük oranda da ideolojik öngörüleri- bizim bu ortamlardaki imkanlarımızı elimizden aldıkları gibi çorak bir dil oluşturuyor. Bahsettiğimiz 140 karakterlik metinlerin çıkmasında da bunlar pay sahibi. Eğitim sistemlerini dizayn ederken ki ideolojik yaklaşım da çocuğun -okurun tüm bu zengin ortamlardan ellerini- ayaklarını çekmelerine neden oluyor. Bunun yanında kaçış imkanı olan kişi okur. 
 
Biz yayıncılar olarak bunun dışında ne yapabiliriz? Olumsuz göstergelerin olduğu ortamlarda iyi ürünleri okurla buluşturmanın koşullarını yaratabiliriz. Yoksa sadece iyi ürünü basıp depoda çürütmek olmamalı. Bir takım stratejilere sahip olmalı yayıncılar, okur ile bir şekilde buluşturacak. “Bu yine bir piyasa mıdır?” derseniz. Hayır. Okur ile doğrudan ilişkiler kurulabilir, bunlardan biri fuardır, kitapevleridir. Kitapevlerinin olmadığı il ve ilçeler var. Okura doğrudan ulaşmak için fiziki mekanlar arttırılırsa bir adım atılmış olur. 
 
 OHAL ile birlikte kitaplara ilişkin verilen toplatma kararlarının 12 Eylül 1980 askeri darbesini aşan oranda olduğu belirtiliyor. Geçen dönemde kaç kitabınıza ilişkin toplatma kararı verildi? Bu durum sizde bir otosansüre neden oluyor mu? 
 
Bir film çekecek olursam, kameramı önce 90’larda toprak altından kitap çıkarma sahnesine sonra da şimdi toprağa kitapları gömme sahnesine odaklardım. Yaklaşık 40 yıldır kitaplar, raflardan çıkartılarak toprağa gömülüyor.
 
Bu konuya ilişkin bir film çekecek olursam, kameramı önce 90’larda toprak altından kitap çıkarma sahnesine sonra da şimdi toprağa kitapları gömme sahnesine odaklardım. Yaklaşık 40 yıldır kitaplar, raflardan çıkartılarak toprağa gömülüyor. Bunlar bizzat okurun yaptığı şeyler. Neden? Çünkü bir cezai bir yaptırım ile karşılaşmaktan korkuyor. Sayısını tam olarak hatırlamamakla birlikte 80’i aşkın kitabımızın dağıtım ve satış yasağı var. Yasaklı kitaplarımız hiçbir cezaevine giremiyor. Bazı cezaevlerine hiçbir kitabımız alınmıyor. Son dönemde de bazı cezaevlerine kitapevlerinden gönderilen hiçbir yayın alınmıyor. Farklı il, ilçelerde çalıştığımız 60 civarında kitapevine polis gidip rafları kontrol edip kitaplara el koyuyor, hatta yasak olmayan kitaplara da el koyuyor. Bu ister istemez maddi olarak sizi etkiliyor. Kitap basılırken birçok masraf yapıyorsunuz ama depoda bekliyor. 
 
Sizin otosansür dediğiniz meseleye gelecek olursak, başka bir kontrollü süreç başlatıyorsunuz. Baskı adedini sınırlandırıyorsunuz. Bir şekilde bir otosansüre gidiyorsunuz, yayını yavaşlattık hatta bir ara durdurduk. Son 1 yıl içerisinde 9 kitap bastık. Yayıncılar için Ekim-Kasım ayı yeni yayın sürecidir ve fuarlara bu sürecini bu kitaplarla götürür. İstanbul Kitap Fuarı başlayacak; ama kitaplarımızı hala matbaaya gönderemedik. 
 
Metinler itibariyle ise yasakları düşünmeden kitap yayınlıyorduk ama şimdi şu kitabı bu dönemde basarsak yasaklanır, bu daha olumsuz bir tablo yaratır diye bir takım sınırlamalara gidiyoruz tabi. 
 
Kitap fuarlarına son dönemlerde Kürt yayınevlerinin kabul edilmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Kadıköy Belediyesi tarafından düzenlenen fuara kabul edilmeyişimize geç başvuru yapmamız gerekçe gösterildi. Ancak diğer yayınevlerinin zamanında başvurmasına rağmen kabul edilmediğini öğrendik. Butik, yerel birçok fuara katılamıyoruz. Belediyelerce düzenlenen çok iyi fuarlar, organizasyonlara davet edilmiyoruz. Diğer fuarlarda ise Türkiye’nin en büyük fuar organizasyonu TÜYAP tarafından düzenleniyor. Bunların sadece 3’üne katılabiliyoruz; İstanbul, Adana, İzmir. Diğer kentlerde nasıl karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Bu tarz şeyler kendimizi geri çekmeye çalışıyoruz. 
 
Kayyumdan önce Diyarbakır ve Van büyükşehir belediyeleri kitap fuarları düzenlemeye başlamıştı. Kayyumla birlikte bu imkanlar da ortadan kalktı. Bu durum Kürt kentlerindeki okuyucuya ulaşmanızı nasıl etkiliyor?
 
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin 2 yıllık deneyimi Van’da da denendi. Açığa çıkan manzara gayet olumluydu. İlerisine yönelik, yapılmayan kentlerde daha portatif fuarlar için bir altyapı oluştu. İyi bir ekip de çıktı. Bence yerinde bir deneyim, bir fuar devi TÜYAP’a karşı gayet sempatikti, okur ile kurulan bağ daha da samimiydi. 
 
Kayyuma ilişkin birkaç şey söyleyecek olursak, bunların kitapla ilişkisi tarihten biliniyor zaten. En barizi, belediyeler kendi kütüphanelerini oluştururlar, tüm yayınevlerinden kitap alımı yaparlar. Bizden de birçok defa kitap alınmıştır. Fakat bazı kayyumlar, kütüphanelerdeki bazı kitapları basına teşhir ettiler; “Bu kitap terörü anlatıyor” diye. Kapatılan kütüphaneler de var.
 
Ancak bu kentin farklı kurumları var, bazıları yapılan seçimlerle yönetimi belirlenen kurumlar. Bunlar kendi stratejik planlarını yaptıkları zaman bir takım şeyler sunuyorlar. Örneğin Ticaret ve Sanayi Odası’nın fuar kurma gibi bir planı ve gücü var. Yerel dinamiklerle bu fuarları organize edebiliriz. 
 
MA / Dicle Müftüoğlu