WAN - Öz savunmanın yaşadıkları coğrafya ve kadınlar açısından önemine dikkat çeken YJŞ komutanı Dilvîn Şengalî, “Kadın özgürlük hareketi egemenlerin yüreğinde büyük bir korku oldu. Bu korkuyu büyütmeliyiz” çağrısında bulundu.
Kadınlar, erkek-devlet şiddetine karşı dünyanın her yerinde öz savunmasını geliştirerek mücadeleyi büyütüyor. 21. yüzyılda tüm dünyanın gözü önünde DAİŞ eliyle bir soykırım ve kadın kırımının gerçekleştirildiği Şengal’de de kadınlar, topraklarını ve yaşamlarını korumak için isyan bayraklarını kuşandı. DAİŞ’in 3 Ağustos 2014 tarihindeki soykırımı sırasında esir alınan, köle pazarlarında satılarak tecavüze maruz kalan Êzidî kadınların 2015 yılında kurduğu Yekîneyên Jinên Şengalê (YJŞ), kadın mücadelesinde öne çıkan önemli mevzilerden biri. Kuruluş sürecinde kadınlar, hem yaşam alanlarını savunmak hem de toplumsal özgürlük için eğitimler aldı ve örgütlü bir direniş hattı oluşturdu.
Temel hedefi savaş, şiddet ve toplumsal baskıya karşı mücadeleyi savunma hattıyla birleştirmek olan YJŞ’nin en temel alanı ise öz savunma. Kadınlar, fiziksel savunma tekniklerinin yanı sıra psikolojik hazırlık, toplumsal bilinç ve dayanışma üzerinden eğitim alarak hem bireysel hem de toplumsal direniş kapasitesini güçlendirdi. YJŞ, öz savunmayı kadınların özgür yaşam mücadelesinin temel aracı olarak görüyor.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla YJŞ komutanlarından Dilvîn Şengalî, Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.
Günümüzde yaşanan 3’üncü Dünya Savaşı’nı nasıl tanımlıyorsunuz?
3’üncü Dünya Savaşı, hibrit savaş tarzı denilen bir içerikte palazlanmış ve katmerleşmiş durumda. Hibrit savaşı; bütün savaş biçimlerinin iç içe kullanılması ve her bir savaş biçiminin en incelikli biçimde daha üst seviyede kullanılır hale gelmesidir. Buna göre savaşın ilk halinden son haline kadar olan bütün aşamaların izlerini bu savaş biçiminde görmüş oluyoruz. Hakeza burada bugüne kadarki yürütülen tüm savaşlarda kullanılan bütün teknik ve taktikleri de bir arada kullanılmaktadır. İsmi üzerinde ‘melez bir savaş’ biçimi. İçinde her tür savaş halinin ve renginin iç içe bulunduğu bir bileşim. Doğal olarak günümüze kadar süre gelmiş savaş biçimlerinin bir sentezi ile karşı karşıyayız. Sadece Ortadoğu’nun kabusu gibi öne çıkarılan DAİŞ ve türevi olan versiyonlarının yönelimlerine bile baktığımızda ve güya onlara karşı yürütülen savaş biçimine baktığımızda 3’üncü Dünya Savaşı’nın kapsamını da hibrit savaşı denilen çerçevenin içeriğini de birçok bakımdan öğrenmiş oluruz. Buna göre, gelinen aşama itibariyle hibrit savaşına çetevari savaş biçiminin eklendiğini görürüz. Yoksa yıllardır ismi terör örgütünün en başında yer alan Colani gibi birini, hem de aranma listesinin başında yer alan birini bugün ‘meşru bir başkan’ olarak görmelerini başka nasıl açıklayabiliriz ki? Sonuç itibariyle bugün Ortadoğu’da hükmünü süren savaş çarkı üzerinde dönen hesapları da 3’üncü Dünya Savaşı’nın içeriğini de, yöntemini de daha iyi anlamış oluruz.
Hibrit savaşının özel boyutu toplum üzerinde nasıl işliyor?
En önemlisi hibrit savaşı denilen bu savaş biçiminde, özel savaşın ayyuka çıkarılmış olmasıdır. Buna göre, talan ve işgal mevzusu öyle bir yutturuluyor ki katliamlara karşı refleksizlik öyle doğal bir hale geliniyor ki, hedef şaşırtması ve farklı yönlendirmelerle insanlar yaratılan muğlak ortamda doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edemeyen şaşkınlıklar yaşıyor. Talan, viran, katliam, şiddet, cinayet, tecavüz, göçertme ve açlıkla insanları terbiye etme gibi ahlak dışı ve insanlık dışı muameleler öyle normal ve sıradan bir hal almış ki tüm bu kirli gerçekler apaçık ortada ancak bu tablodan rahatsız olma ve buna karşı ortak bir refleks gösterme yaklaşımı ortadan kalkmış durumda. Günümüz dünyasında en ücra köşede bile nelerin olup bittiği bu kadar erken öğrenilen bir gerçeklikte, insanın bu kadar gamsız ve savunmasız olmasının derinleştirilmesi, boyutlandırılması ve çeşitlendirilmesi özel savaşla açıklanabilir. Bu öyle bir savaş ki genelde insanlar, halklar, inançlar, bir bütün olarak toplum büyük bir belirsizlik içinde debelenmektedir. Depremden daha beter biçimde evinin üzerinde yıkılacağı, birden her yerin viraneye dönüşeceği bir dönemden geçmekteyiz. En önemlisi de halk ve ülke olarak ne zaman kirli politika ve gizli ittifakların sonucunda hedefleneceğinin belirsiz olduğu bir süreçtir. O bakımdan hiç hedefte olmayan bir ülkenin bile birden hedef tahtası haline getirildiğini görmekteyiz ve bütün bunları bir araya getirdiğimizde 3’üncü Dünya Savaşı’nın biraz da belirsizlik demek olduğunu görmüş oluruz.
Tarihte ilk savaş biçimi tanrı ile tanrıça arasında gelişerek, tanrılar tanrıça etrafındaki değerleri hedef aldı. Daha sonra da bu durum hep devam edegeldi. Günümüzdeki özel savaşın odağında ve merkezinde kadının olması da ancak bununla açıklanabilir.
Tarih boyunca savaşlarda, kadınlar neden hem doğrudan hem de dolaylı olarak hedef alınmıştır?
Tüm tarihi süreçlerde açığa çıkan savaşlarda kadınların asıl hedef olarak belirlenmesi ve savaşın esas mağdurunun kadınlar olduğunu bilmek durumundayız. Nitekim tarihte ilk savaş biçiminin tanrı ile tanrıça arasında gelişmesi ve burada tanrıların tanrıça etrafındaki değerleri hedef alması belirtilen gerçeklikle alakalıdır. Yanı sıra ilk insanoğlu olarak bilinen Habil ile Kabil adındaki kardeşler arasındaki savaşın da kadın üzerine yapılan hesap üzerinden gerçekleşmesi de yine bu konuyla bağlantılıdır. Daha sonra da bu durum hep devam edegeldi. Yanı sıra savaşların cefasını en çok kadınlar çekmektedir. Çünkü erkekler savaşlarda ya yenilirler ya da yenerler ancak hem yenilen hem de yenen taraftaki kadınlar hep bu savaş güruhları altında silindir gibi ezilip geçildiler. Bir bütün olarak kadınların bu savaşlar esnasında yaşadığı mağduriyetin sadece evladını, eşini, yakınını kaybetme acısıyla sınırlı olmadığı gibi biz Êzidî kadınlarda görüldüğü gibi bu savaşlar esnasında bir ganimet gibi kullanılma ve yağmalanmayla da sınırlı değildir. Savaşın gölgesinde pratikleşen tüm bu korkunç tablolar savaşın bir getirisi veya sonucu olmaktadır. Esas olarak bizler savaşların neden çıktığı, savaşın hangi zeminde patlak verdiği ve savaşla neyin hedeflendiğine bakmamız gerekir. Tabi doğal olarak da savaşın kökenine ve başlangıç noktasına inmek lazım. Eğer bunu incelersek çok açık ve çarpıcı biçimde görürüz ki kadınların öncülük ettiği doğal toplum nüvelerini ortadan kaldırma istemi ve eylemiyle savaş meydana gelmektedir. Ki zaten kadınların savaşta hedef alınması da bununla bağlantılı bir yaklaşımdır. İşte bu yüzden kadın etrafındaki doğal toplum yıkılmadan, orada yaratılan değerler sistemi alt edilmeden hiçbir savaş başarı şansını elde edemez diyoruz. Bu durum günümüz için de geçerlidir. Nitekim özel savaşın odağında ve merkezinde kadının olması da ancak bununla açıklanabilir.
Kadınların savaşlarda yaşadığı mağduriyet sadece fiziksel zararlarla mı sınırlı, yoksa toplumsal değerler açısından da bir etkisi var mı?
Sonuç itibariyle insanlığın ilk doğuş aşamasında toplumunu savunan kadın imgesinden bugün hukukta savunmaya muhtaç olanların listesine eklenen kadın gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Savunmaya muhtaç kadın, elbette savaşın mağduru olan kadını betimler. Asıl olarak bu savaşlarda toplumsallık adına elde kalan tüm değerleri tarumar ederek, kadınlara en büyük mağduriyeti yaşattılar ve yaşatıyorlar. Yanı sıra kadının direniş kültürünü yok ederek, erkeklerin ardına sığınan veya ‘kurtarıcı kahramanı’nı bekleyen kadın tiplemesi yaratılarak, savaşlarda kadınlar açısından mağdurluk felsefesi geliştirildi. Kadınlar olarak, bu kadar kırım ve katliamlar karşısında haykırmaktan bile korkar hale gelip, zülüm karşısında sinip, savaşın korkunç tablosu karşısında gamsızlık gelişmişse (benim başıma gelmesin de kime gelirse gelsin) işte asıl olarak o zaman savaşın darbesini yemiş oluruz. Asıl olarak savaşın mağduriyetini burada okumak ve mağduriyeti bu yönden görmek lazım.
Örneğin; Suriye’de iki oğlu HTŞ tarafından öldürülen bir Alevi kadının yerdeki onca cenazeler arasında sarhoş gibi gezinip, üstüne üstlük o çetelerin ‘bak iki oğlunu nasıl da öldürmüşüz, işte bunları bizler başınıza getirdik ve daha da öldüreceğiz’ demesine rağmen şok olmuş vaziyette ‘inşallah inşallah’ demesi ve o çeteler ne kadar hakaret ve tehdit ederse etsin daha da ‘inşallah inşallah’ demesi kendisine insanım diyen herkesin içini acıtmıştır. Ancak bugün baktığımızda istisnalar dışında tüm herkesin savaşın en kirli yüzüne karşı reflekssiz kaldığını görürüz. Eğer ki yerde yatan onca cenazelere karşı kıyamet kopmuyorsa demek ki orada bir bütün değer yargısı alt üst olmuş demektir. Değerler alt üst olunca her şey alt üst olur. Bu savaş öyle bir savaş ki, yıkıntılar arasındaki çaresiz kadınların yaşamlarının dramatize edilmesi, diğer kadın ve kadınların haline şükreder hale gelmesini sağlamaktadır. İşte bu yüzden diyorum, bu çirkin 3’üncü Dünya Savaşı’nın ortasında insanlar akıl tutulmasını yaşamaktadırlar. Bir kez daha altını çizerek belirtiyorum ki, tüm savaşlar önce kadınlar üzerinden gerçekleştirilir. Kadın derken onların etrafında örülen değerler sistemini kast ediyorum. Ki bu tarumar edilince zaten her şey tarumar edilir hale gelmektedir. Yaptığımız bütün bu değerlendirmeleri bir araya getirince en çok savaşın faturasını kadınların ödediğini görmüş oluruz.
Kadınlar açısından yaratılan “mağdur” ve direnişçi farkı hayatta kalma stratejisini nasıl etkiler?
Elbette şimdiye kadar dile getirilen tüm olgular iç karartıcı olgulardı. Ancak umut aşılayan gerçekler de var tabi. Çünkü kadının dayanışma kültüründen tümden uzaklaşmadığımız bir coğrafyada yaşıyoruz. En önemlisi de bu topraklarda kadınların direniş kültürünün olmasıdır. ‘Jin, jiyan, azadî’ sloganının bu kadar çabuk sahiplenilmesi ve bir yaşam felsefesi haline dönüşmesi, bu dayanışma ve direnişin halen var olduğunu göstermektedir. O bakımdan kadınların ayakta olduğu Ortadoğu coğrafyasında savaş olgusunun bu kadar zinde tutulması yaklaşımını iyice okumak lazım. Bir bütün olarak korku imparatorluğuyla buradaki direniş olgusunu silip, süpürmek ve kadın gelişimini bertaraf edip, bir bütün olarak mağduriyet sıfatına bürümek istiyorlar. Bütün egemenler, eğer kadınların iradesini kırarlarsa toplumun da iradesini kıracakları gerçeğini iyi biliyorlar. O yüzden bu iradesinin kırılmaması için kadınların direniş saflarında yer almaları çok önemlidir.
Êzidî kadınlar olarak yaşadığımız soykırım itibariyle bugün direnişçi kadın ile mağdur kadın arasındaki farkı yaşamsal olarak ödediğimiz bedellerle çok iyi anlamış durumdayız. Mağdur kadında gözyaşıyla örülmüş dramatik yaşam öyküleri var. Yakarış, ağıt, beklenti var ve hep sahiplenilmek istenen bir doğası var. Onlar kurtarıcı ararlar. Bizler de burada yerleşik olan askerler tarafından (PDK ve Irak ordusu) ve abilerimiz, eşlerimiz, babalarımız tarafından korunacağımızı sanıyorduk. Ancak onların kendilerini bile korumaktan aciz olduklarını acı bir gerçek olarak sonradan fark ettik. Hatta yasaların ve dini öğretilerin bile bizi savunamayacağını artık öğrenmiş durumdayız. Sonuçta savaş mağduru olunca ele ayağa düştük, kaderimize düşen payımızla. Köşemize sindik, karamsar olduk, duacı olduk, yalvardık, yakardık ve umutsuz biçimde kurtarıcılarımızı bekledik. Sonra tarihimizin derinliklerinde olan direnişin özüyle tekrar karşılaşınca (YJA-STAR gerillaları ve YPJ’li kadınlar) kadının asaletini gördük ve onlardan ilham alarak direniş saflarına katıldık. Artık başımızda ‘sahip’ ve ‘efendi’ beklentisi içerisine girmeden herhangi bir saldırı karşısında kendimizi nasıl savunacağımızı öğrenmiş durumdayız. Mağdur kadının aksine direnişçi kadında çaresizlik yoktur. Girişir, yapar, koparır ve başarır. Direnişçi kadın asla kaderci olmaz. Kaderlerini yaratıcı ve özgürlükçü elleriyle yazarlar. Onlar mağdur kadın gibi umutsuz olmazlar, umudunu kadın devrimine olan inançla tazeler ve pratiğiyle umudunu var ederler. Direnişçi kadın, hiçbir egemenlikçi dayatmayı kabul etmez ve egemenliğin yarattığı her bir engeli özgürlük yürüyüşüyle defeder.
Savaşın kurbanları olmayacağız artık. Bir daha ‘mağdur’ kadın olmayacağız. Bu topraklarda kadınların öz savunmayı ne kadar içselleştirdiğini tanrıçalar da görülmektedir.
Egemen güçlere karşı daha etkili bir savunma nasıl geliştirebilir?
Savaşın kurbanları olmayacağız artık. Köleci dönemdeki gibi pazarlarda fiyat artışıyla satılmayacağız. O bakımdan YJŞ’ye katılım gerekçelerimiz nettir. Bir daha mağdur kadın olmayacağız ve direniş kültüründe derinleşmek kadar direniş çizgisini bu kutsal topraklarımızda da hakim kılacağız. Bunun için öz savunma olgusunda yoğunlaşmak, bunda kararlaşmak ve bunun iradi gücünü, duruşunu, cesaretini kendimizde geliştirmeye çalışıyoruz. Kadınlar öz savunma gücünü nereden alacaklar sorusunu sormak ve cevaplamak öz savunmaya girişmenin önemli bir nedeni ve dirayeti olacaktır. Aslında bu topraklarda kadınların öz savunmayı ne kadar içselleştirdiğini tanrıçalar da görülmektedir. Buna göre tanrıya yapılan ‘ya star’ çağrısı, çok anlamlı bir çağrıdır. Çünkü 'ey koruyucu' demektedir. Ki zaten ‘ya star’ demek; tanrı-tanrıça bizi kötülüklerden muhafaza etsin ve bizi korusun demektir. Tabi bu tarihimizden kültürümüzden aldığımız bir ilham. Ancak kendi başına öz savunmaya girişmek elbette yetmemektedir. Öz savunmamızın oluşması için gerekli donanıma sahip olmak lazım ve yeteri güce kavuşmak lazım. Eğer ki tarihin daha o ilk aşamalarında kendi toplumundan başlayarak doğayı, inançları ve değerleri koruyanlar kadınların kendisi ise, o zaman bugün itibariyle de neden kadınlar kendi kendisini koruyacak güce sahip olmasın ki?
Kadınların kendi topluluklarında karar mekanizmalarına katılımı ve toplumsal öz savunma sistemini geliştirmesi neden önemlidir?
Aslında salt kendini korumak gibi bir reflekse de gerek yoktur. Bu kadar değerleri ve kutsalları korumasını bilen biri zaten kendisini de yakın çevresini de koruma altına almış demektir. Çevredeki değerlerin korunması eşittir kendisinin güvencesi. Kadınlar her şeyde olduğu gibi koruma ve güvenlik olgusunun da simbiyotik ilişkiler içinde toplumsallıkla ilgili ve ilintili olduğunu bilen bir akla sahiptir. Eğer toplumda belli bir ahlak yaratılmış ve bu esaslarda insanların birbirine kötülük yapma yerine iyilik yapma kültürü aşılanmışsa, ‘birimiz hepimiz için hepimiz birimiz için’ zihniyeti geliştirilmişse zaten bireyin kendisi de o zaman doğal olarak korunmuş olunuyor. Tabi gelişen yönelimler karşısında bireyin öz savunması da olabilir ama esas olan toplumsal öz savunmadır. Ki toplumsal olarak öz savunmanın bütün boyutları güçlendiğinde bu durum zaten birey de kendi içinde savunan bir içeriğe sahip olur. O halde öz savunmanın bireysel eksende olmayacağını bilmek durumundayız. Eğer ki günümüzde kadınlar tarihsel, toplumsal ve kurumsal olarak o kadar baskı, tehdit ve tehlike altındaysa tek başına bu dev gibi saldırıları karşılamaya yetemeyecektir. Eğer ki, kadınlar bunca saldırı altındaysa ve bu saldırılar sistematik bir hal almışsa, hatta bu saldırılar organize bir çete örgütlenmesi gibi her an kadın karşısında ortaya çıkacak bir biçimdeyse o halde bireysel olarak kendini savunması gerçekçi olamaz.
Kadının kendi öz gücüyle alternatif olarak geliştireceği sistem de çözümü de önemlidir. Her köy, mahalle ve kent meclisleriyle kadının kendi sorun ve çözümlerini tartıştığı, kaderiyle ilgili karar aldığı kısacası yaşamını idame ettiği bir inşa biçimi olmalı ki öz savunmanın dinamikleri de burada güçlenmiş olsun. Toplumsal statüde alınan her karar öncelikle kadının katılımını eşitleyecek ve karar mekanizmalarını kadın lehine düzenleyecek bir oluşuma gidilmelidir. Pratik olarak da kadın asayişi, şiddetle mücadele dernekleri, sosyal dayanışma platformları, adalet divanları gibi oluşumlarla kadınların öz savunması daha da geliştirilmiş olunur. Eğer bunlar olmazsa sorun yaşayan kadınların gideceği, dayanacağı ve yardım isteyeceği bir toplumu olmadığından her tür şiddeti, haksızlığı kabullenmiş olur. Yine günümüzdeki fuhuş sektörü, insan kaçırma, tecavüz şebekeleri, uyuşturucu ticareti, toplumsal kesim ve inançları hedefleyen çete gruplarını oluşturma gibi faaliyetler toplumsal öz savunmayı hedefleyen oluşumlardır. Çünkü bütün bunlar toplumun manevi değerlerinin yozlaşmasına yol açan kurum ve kuruluşlardır. Toplumu tarumar eden bu fuhuş, talancı, dolandırıcı ve uyuşturucu odaklarının mahalleye sokulmaması için her şey yapılmalıdır. Aynı şekilde bunlara geçit vermemek kadar bunların karşısında demokratik-hukuksal-eylemsel örgütlenmeyi geliştirmek lazım.
YJŞ’ye katılım kadınlar için neyi temsil ediyor? Bu katılımın toplumsal ve bireysel sonuçları nelerdir?
Öz savunma boyutunda yapılacak en büyük etkinlik elbette YJŞ’ye katılımı pratikleştirmektir. Rêber Apo, ‘Çıplak eller ve yüreklerle kalıcı ve güçlü kavgalar sürdürülemez’ belirlemesini yaparken, mevcut haliyle kendimizi savunacak bir örgütlü gücümüzün ve silahlı savunma gücümüzün olmasına işaret etmektedir. O anlamda askeri birliklerimiz burada donanımlı kılınmalı. Askeri güç olarak kendimizi burada eğitiyor, halk içinde örgütlüyor, altyapımızı hazırlıyor, fiziki ve düşünsel performansımızı güçlendiriyoruz. Geçen yıl itibariyle ‘Xwe Ji Fermana Parastin Komitesi (yani kendini soykırımlardan koruma komitesi) tarafından genç kadınlar ve analar için yapılan askeri eğitim deneyimi önemliydi. Yine fermanın yıldönümünde bir köyümüzde bir gurup kadının YJŞ’ye katılmaları da anlamlı bir çıkış oldu. Açıklamalarında ifade ettikleri gibi tam da katliamın yapıldığı 3 Ağustos’ta yapılan bu katılım soykırım karşısında bir tutum katılımıydı. Tabi aslında bir bütün olarak YJŞ’ye katılım demek kadınların kendi cephesinden soykırıma karşı, satılmışlığa, pazarlanmaya, ihanete, işbirlikçiliğe karşı, toprağımıza yapılan kirli anlaşmalara karşı onursal bir duruştur. Yine YJŞ sadece savaş için örgütlendirilen bir güç değildir. Kuşkusuz esasında bu var ama yanı sıra öz savunma kültürünü geliştirirken kendimizle beraber toplumumuzu da demokratik komünal esaslarda dönüştürme için de varız. O anlamıyla bizler aynı zamanda toplumun dokusunu değiştiren ve en önemlisi de erkek egemenlikli zihniyeti darbeleyen bir gücüz. Kadınların öz savunmada yer alması askeri kültürde ve askeri yetkinlikte derinleşmesi, taktikte ve savunma anlayışında profesyonel bir güç haline gelmesiyle bu alanda kadınların gelişmesi elbette var olan verili zihniyete karşı ‘kadın yapamaz, kadını erkek koruyabilir’ anlayış ve yaklaşımına bir darbe olmaktadır. Yani bir bütün olarak YJŞ’ye katılım oldukça toplumdaki ‘kadın kendini savunamaz’ algısı kırıldığı gibi diğer kadınlara da kendini savunma cesaretini kazandırmaktadır. Öz savunmayı sadece eline silahı alan kişilerle sınırlandırmak doğru bir yaklaşım olmadığı gibi sonuç alıcı bir yaklaşımı da açığa çıkartamaz. Artık toplum adına bir grup askeri gücün savunmayı üstlenmesi dönemi aşılmıştır. Esas olarak savunma sistemi son dönemde Tişrin ve Şex Maqsud’da görüldüğü gibi toplumsal esaslarda olmalı. Halkla beraber bir direniş sergilemek yapılan tüm örgütlü saldırıları bertaraf edecektir. O açıdan öz savunmayı asla toplumsal inşadan koparamayız. Ya da ters bir yaklaşım olarak da savunma birliklerimiz yani YBŞ ve YJŞ için sanki ‘meşru ve resmi bir oluşum değil’ diyerek askeri oluşumu kanun dışı görme hatta terörize etme yaklaşımı da hiç doğru değildir. Yasal olmayan asıl konu varsa o da öz savunmamızı başkasından bekler halde olmamızdır ve bununla başımıza ne geldi, ne getirildi iyi biliyoruz.
Şengal için yasal bir statü kazanılmadan hiçbir güvence yoktur. Ortadoğu’da ‘kurt kanunu’ işlemektedir. O açıdan burada YBŞ ve YJŞ’nin varlığı önemlidir.
YBŞ ve YJŞ’nin bölgede güç sahibi olması neden önemli?
Bugün birilerinin bize ‘süreç başladı sizler de silahlarınızı bırakmıyor musunuz’ diye acayip soruları olmaktadır. Kendimizi diri diri mezara koyacak değiliz. Öz savunmanın gerekliliği tartışılmazdır. Mesele sadece Irak’a ya da Şengal’e saldırı olur mu olmaz mı üzerinden gelişen bir kaygıyla sınırlı değildir. Kaldı ki Şengal için yasal bir statü kazanılmadan hiçbir güvence yoktur ve olamaz da. Her an her yerden saldırıların mümkün olması kadar, kendilerini buralarda yegane otorite olarak görüp haklarımızı elimizden alan ve bizi hiçe sayan, irademizi tanımayan devletlerin ve işbirlikçilerin politikaları da söz konusu olabilir. İşte burada öz savunma bunlara karşı birer kalkan olduğu için önemlidir. Bütün hegemonik ve yerel güçler en fazla askeri güçleri hesaba katmaktadırlar. Maalesef Ortadoğu’da ‘kurt kanunu’ işlemektedir. ‘Güç olmazsan yutulursun’ anlayışı ve yaklaşımı hakimdir. O anlamda silahlı savunma gücün kimsenin buralarda kolay kolay hesap yapmamasını getirecektir. Bu açıdan buradaki varlığımız önemlidir. Aslında şu anda YBŞ ve YJŞ olarak her ne kadar kanuni görülmeyip resmi olarak tanınmazsak da yarattığımız güç itibariyle bizleri dikkate alıyorlar ve bu esasta ordu güçleri de dahil devlet yetkilileri şu veya bu biçimiyle bizimle irtibattalar. Güç olmasaydık ve askeri olarak belli bir düzeyimiz, performansımız olmasaydı yine hazırlıklarımız olmasaydı kimse bizi ciddiye bile almazdı ya da bizi yedeğine alıp kendilerine katmak isteyeceklerdi. Ancak gelinen aşamada biz bu konumda değiliz. Mevcut haliyle Irak da, Türkiye de, İran güçleri de ve yerel işbirlikçi güçlerin hepsi de bizim gücümüzün farkındalar. Güçlü olduğumuzu itiraf da ediyorlar. Bu anlamda burada kendimizi daha da meşru hale getirmek temel hedefimiz olacaktır. Elbette meşruiyetimiz devletli güçlerin nezdinde olması da önemli ama en önemli meşruiyet halkımızın içerisinde sevilip-sayılmak, dikkate alınmak ve desteklenmektir. Halkımızın silahlı gücümüzü sahiplenmeleri bizleri kendi öz evlatları olarak görmeleri esas meşruluğumuzdur ve bu var oldukça diğer güçler de er ya da geç bizi meşru göreceklerdir.
Son olarak 25 Kasım dolayısıyla kadınlara ne söylemek istersiniz?
Evet, konumuzun başında da dile getirdiğim gibi şu an savaş Ortadoğu’da bir kasırga gibi her yeri kasıp kavurmaktadır. Kapitalizmin üç mahşer atlısı her yeri tarumar etmektedir. Bu savaştan herkes bir biçimiyle payını almaktadır. Ama şu anda da kapitalizmin neden en vahşi yüzünü Ortadoğu, özelde burada gelişen kadın özgürlük hareketine yönelttiğini anlamak lazım. Çünkü bu alanda örgütlenen kadın gerçeğinden ciddi bir rahatsızlık duyuluyor. Tabi ki buradaki kadın direnişi egemen sisteme çok güzel bir cevap verdi. Her şeyden önce kadın özgürlük hareketi egemenlerin yüreğinde büyük bir korku oldu. Bizler onların yüreğindeki korkuyu büyütmeliyiz. Feminist arkadaşlarımızın dediği gibi ‘kadınlar ayağa kalkınca yer yerinden oynar.’ O bakımdan çağrım odur ki ister Kürt, ister Arap, ister Êzidî, isterse Fars kadınları olalım fark etmez ama hepimiz egemenlerin kirli politikalarına karşı duyarlı olalım ve onlara karşı direniş cephesinde yer alalım. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki; hegemonik politika özel savaş yöntemleriyle kendi savaş güruhunun perde arkasına kadını destekleyici konumda tuttukları için 3’üncü Dünya Savaşı bu kadar uzun süreli kendini devam ettirdi ve eşine rastlanmaz kirli politikaların sahibi oldu. O anlamda ancak ve ancak kadını egemenlerin himayesinden kurtardıkça ve öz savunma anlayışını ve dirayetini kazandırdıkça tüm egemen sistemin bütün emellerini ve hedeflerini bertaraf edebiliriz.
YARIN: Afganistan’da varoluş duruşu: Direniş
MA / Zeynep Durgut
